Meğer Cemaat Hollywood'u da ele geçirmiş!

İngrid Bergman'ın (1925, Stokholm - 1982, Londra) gelmiş geçmiş en güzel sinema yıldızlarından biri olduğu müşterek kabullerimizden birisidir. Oysa, onun en güzel fotoğraflarından olan yukarıda enstantane gibi, bütün favori görselleri bile, (gösteri ve sahne sanatları ikonografisinin diğer bütün starlarına ait olanları gibi) had safhada müdahale görmüştür, ileri düzeyde rötuşludur.


α - prologue:

Bu denemede, İngrid Bergman'ın Hollywood ve dünya sinemasındaki yerine, bu yeri elde etmesinde rol oynayan ve karanlıkta kalmış olan (enteresan olduğunu düşündüğüm) bir dinamiğe; akabinde de, sanatçının Yeşilçam ve onun iki önemli starı olan Türkân Şoray ve Cüneyt Arkın üzerindeki tesirine dair oldukça cüretkâr ve spekülatif argümanlar serdedilecektir. 

Ana metnin içerdiği teolojik, kültürel, ideolojik, ekonomik, politik, sosyolojik, jeo-politik ve semiyolojik alt metinler; 1930 - 2010 periyodunun bazı kişi, kurum, anlayış, olgu, olay ve süreçlerinin (farklı bir gözle, değişik bir açıdan, alışılmadık bir prizmadan kırılmış haliyle) okunmasında katalizör / kolaylaştırıcı olmaları düşüncesiyle 
katılmışlardır okunulan satırların mimarisine. 

1 - Cemaat: İ. Bergman efsanesinin karanlıkta kalan kurucu unsuru (i)

Global manada en başarılı ve en güzel aktrisler listesinin zirvesine yerleşmiş sanatçılar hizasına adını yazdırmaya muvaffak olmuş İngrid Bergman'ın hayatı etrafında örülmüş olan devasa külliyatta, öyle derinlemesine falan değil, şöyle üstün körü ve kuş bakışı bir gezinti yapıldığında bile; sanatçının merkezine oturduğu efsanenin (onun dini bir Cemaat'le / sekt'le olan organik artikülasyonu gibi) oldukça müphem, hatta karanlık kimi unsurlar barındırdığını fark etmeniz işten bile değildir (ii).

'İngrid Bergman Efsanesi'nin temelini oluşturan 'başarılarla' taçlanmış sinema aktrisliği kariyerinin; sahne sanatları dünyasıyla en son bağdaştırılabilecek bir fenomenle, bir dini sekt ile vaki olan örtük, gizli irtibatları; üzerinde düşünülmeyi ve araştırılmayı fazlasıyla hak eden bir 'sıra dışılık' ve anomalidir.

İlerleyen bölümlerde, bu husus (bahse konu dini cemaatin Amerikan toplumu ve ABD dış politikası üzerindeki etkileri de gözden uzak tutulmaksızın) ayrıntılı olarak mercek altına alınırken; yanı sıra da, Bergman'ın hem göklere çıkarılan oyunculuğu ve hem de, yere göğe sığdırılamayan güzelliğine dair olan şüphe ve itirazlar paylaşılacaktır.

Bu metin bununla da yetinmeyecek; Holywood'dan Yeşilçam'a ve İngrid Bergman'dan Türkân Şoray ve Cüneyt Arkın'a referans veren anlam dairelerine değinilerek, bunların kimi hal ve kondisyonları arasındaki örtüşmelerden bazı provakatif (belki de ufuk açıcı!) sonuçlar çıkarmaya çalışacaktır.

2 - İngrid Bergman surunda bir gedik açmak

Bergman Jan Darc rolünde.

'Başıma ciddi bir şey gelmez inşallah!' deyip bir hamle yaparak ve 'beğenmek fevkalâde şahsi bir duygu durumudur; kişiden kişiye; hatta, ruh haline göre, aynı kişinin anından anına değişiklik gösterir' tepkisiyle karşılanmasını umduğum; böylesi bir hoşgörüyle mukabele görmediği hallerde ise, en fazla 'boş lâflar ve saçma yorumlar bunlar!' türünden çok da örseleyici olmayan târiz ve tenkitlere muhatap olmakla içinden sıyrılmayı arzu ettiğim bir badireye atılıyor ve dünya sinemasının gelmiş geçmiş en güzel aktrislerinden birisi olarak kabul edilen İngrid Bergman için ‘aslında fazla güzel değildi’ diyorum.


Hemen ardından da, adeta aldığım riskin katsayısını artırmak istercesine ‘harakiri’ kıvamında bir adım daha atarak, kazandığı sayılamayacak kadar çok ödül arasında üç de Oscar olan sanatçı için ‘İngrid Bergman aslında iyi bir oyuncu da değildi’ diye eklemeyi ihmal etmiyorum.

Hakkımda; akıl sağlığımı yitirdiğim ve de kendini had safhada beğenmiş ukalâ bir 'bildimcik böceği (iii)' olduğum şeklindeki ön yargılar arasında gidip gelen bir hükümler setine sahip olmak için, fazla aceleci davranmamanızı ve en azından, böylesi bir yargıya varmadan önce, yazımın tamamını okumanızı dilerim.

Kendisine dair kallavi ‘gıybet yaptığım’, arkasından ‘acımasızca çekiştirdiğim’ ve de bu türden münasebetsizliklerime yazımın ilerleyen bölümlerinde de (onun vaat, nisbet ve ima ettiği mesajların salimen ve eksiksiz bir şekilde okura geçmesi bakımından) devam edeceğim bu metnin nesnesi, İngrid Bergman (Stokholm, 1915 – Londra, 1982), dünya sinemasının ve tiyatrosunun en spektaküler addedilen aktrislerindendir. Sanatçı aynı günde, 29 Ağustos’ta doğdu ve öldü. Bu tesadüf, ölümünden sonra hakkında yapılan sayısız yayının ortak noktalarındandı. 

Bergman'ın merkezinde olduğu haberler ve yorumlar kozmos'unun en belirgin ortak paydası (yukarıda da işaret edildiği üzere), onun oyunculuk yeteneğinin ve güzelliğinin çok sıra olduğuna işarete eder. Bu yazı, bir taraftan 'İngrid Bergman - Cemaat simbiyotik yaşamı'nın çok derinlere gömüldüğü, ya da, üzeri başarıyla örtüldüğü için, şimdiye değin gözlerden saklanmış olan gövdesini gün ışığına çıkarmaya gayret ederken; diğer yandan da, devasa boyuttaki İngrid Bergman literatürünün asal eksenini oluşturan bu mezkûr iddiaya (onun çok güzel ve çok başarılı olduğu argümanına) yapılan mütevazi bir itiraz olarak okunması muradıyla kaleme alınmıştır. 

Bir diğer ifadeyle, İngrid Bergman surunda bir gedik açmak icap ediyordu; nihayetinde, o delik açılmıştır artık!

3 - İngrid Bergman’ın 'mesleki başarıları'

İngrid Bergman ilk Oscar'ıyla.
Emmy, Golden Globe, BAFTA, NYFCC, Tony, NBR, Cesar, NSFC gibi sinema ve tiyatronun en prestijli ödüllerine onlarca defa aday gösterilen ve bunların hepsini en az birer kere kazanan sanatçı; 2 kere ‘en iyi kadın oyuncu’ dalında (Gaslight, 1945 ve Anastasia, 1957) ve 1 kere de ‘yardımcı kadın oyuncu’ dalında (Murder on the Orient Express, 1975) olmak üzere, toplamda 3 kez Oscar ödülüyle onurlandırılmıştır. 

Bu satırların haddini bilmez yazıcısının oyunculuğunu ‘hesaba çektiği’, aktrisin filmografisi, sektörün duayenlerince işte böyle taçlandırılmıştı.

4 - Cemaatin saldırıları İngrid Bergman'ı pes ettirdi!

Tesiri, okunmakta olunan metnin mücavir alanıyla sınırlı olan bu satırların içerdiği ve yukarıda fragmanları paylaşılan eleştirilerin bin beterini, Cemaat yapmıştı İngrid Bergman'a. 



İngrid Bergman ve hayatının aşkı olmasına karşın, kariyeri için harcadığı eşi Roberto Rossellini.

Bergman’ın, Roberto Rosselini ile evlendikten sonra ABD’nin en önemli muhafazakâr - mütedeyyin Cemaati & dini sekti olan evanjeliklerce eleştirilmesini; hatta, eleştirilmek ne kelime, üstüne üstlük bir de 'karakter suikasti'ne maruz bırakılarak, düpedüz tekfir edilmesini kast ediyorum. 

Bu baskılara göğüs gerebilecek bir karakter yapısına sahip olmayan Bergman; aslında mutlu bir evlilik hayatı olmasına karşın, Rossellini'yle ilişkisini, birkaç yıl içinde bitirmiş, eşinin boşanmamak hususundaki ısrarcı tutumuna ise, ondan ayrı bir yerde yaşayarak mukabele etmiştir. 'Mesleği, kariyeri uğruna özel hayatınından vazgeçti, aile saadetini kurban etti!' argümanı, Bergman'ın yaşadıklarını kuşatmaya ve ifadeye ziyadesiyle ehildir diye düşünmek yerinde olacaktır.
Bergmen ve Rosselini mutlu günlerinde.

Söz konusu Cemaatin bahis konusu bu eleştirileri (onların altında yatan nedenler ve arka plânında çalışan çok katmanlı mekanizmalarıyla birlikte) deşifre edildiğinde; hakikatle mutabık olduklarından emin olduğum sanatçıya dair vâkî iddialarıma karşın, Bergman’ın neden ve nasıl bu denli yüceltildiğinin de kodlarını dekode etmiş olacağız.

Ama, bundan önce, gelin birlikte, İngrid Bergman'a, bazı dönemlerinde, hayatı zehir eden; başka periyotlarında ise onu 'başarıdan başarıya' taşıyan; diğer bir deyişle, onunla adeta simbiyotik bir yaşam süren 
Amerikan Evanjelizmi'ne şöyle kuş bakışı bir bakıverelim.

5 - Evanjelizm 101 (iv)

Genç Billy Graham (1918), o meşhur konuşmalarının birinde.
Evanjelizm, Martin Luher tarafından 16. asrın başında Almanya'da kurulmuş olan protestanizmden filizlenmiş; 17. asrın ortasında, ABD’nin temellerini atan püritenlerce geliştirilmiş ve 19. asrın son çeyreğinde ise, İncil dışındaki kutsal metinleri yazılarak diğer Hristiyan itikatları ve cemaatlarıyla arasına ciddi farklılıklar koyabilmiş olan bir dini sekttir. 
Billy Graham, 60 yıldır ABD başkanlarına spirütüel mentorluk, ve, dini
mürşitlik yapan en etkili evanjelik kanaat önderidir.

Sosyoloji, sosyal antropoloji, sosyal psikoloji ve din psikolojisi gibi beşeri disiplinler; sıkıntılı süreçlerden geçen insanlığın, ruhi / manevi / ilahi dünyaya ağırlık verdiğini vaz'eder. 


Kapitalist sistemin kriz ve depresyonu çok sert yaşadığı dönemler olan 1880 – 1890 ve 1929 – 1933 periyotlarında, adeta patlama yaparcasına tabanını büyüten Evanjelizm'in bu fazlarını, yukarıdaki ilmi argümanları doğrulayan sosyolojik entiteler olarak kaydetmek icap eder.

6 - Evanjelikler, aktüel maddi imkânları mükemmel kullanırlar

Evanjelizmin mezkûr başarısında, hiç kuşku yok ki, son 150 yıl boyunca, modern ikna mekanizmalarıyla reklâm ve propaganda yöntemlerini en başarılı ve etkili kullanan dini cemaat olarak sivrilmesinin de payı büyük olmuştur. 

Özellikle de televizyonu çok iyi kullanan, bu yüzden de 'tele-vanjelikler' diye anılan modern ve post-modern evanjelikler; görsellerini paylaştığım Billy Graham gibi bir dizi önderinin üstün belâgat yetenekleri, karizmatik kişilikleri ve temin ettikleri çok büyük bağışlar / fonlar sayesinde, cemaatlerini (salt ABD'de değil, küresel manada da), diğer Hristiyan sektlerinin aleyhine, sürekli olarak genişletmesini bilmişlerdir.


7 - 'İsa Mesih'in Altın Nesli'ni, 'Rab'bin Ordusu'nu  devşirmek!
Evanjelikler adına, İsa'nın seçilmiş kuşağını yaratmaya
çalışan, ve, küresel ölçekte örgütlü olan kiliselerden
sadece birisi.

Başarılı sporcuların, politikacıların; sanatçı, düşünür, akademisyen, sivil tolum lideri ve bilim insanı gibi toplumsal hiyerarşinin sivrilmiş kanaat önderlerinin ve özellikle de sahne ve sinema sanatçılarının ‘adı skandallara karışmamış’ olanlarından Evanjelist kanaat önderlerince seçilenler; yâni, onların jargonuyla ifade edecek olursak, 'İsa Mesih'in Altın Nesli'ni oluşturması için 'devşirilen'ler; mezkûr dini Cemaate fikri, itikadi ve ideolojik saiklerle  yakın duran ve onun tarafından kısmen ya da tamamen kontrol altında tutulan bir grup medya organınca desteklenmiştir. 

'Devşirilen seçilmiş popüler simalar'ın; Cemaatin fikri, ideolojik ve idari kontrolü dışında olan diğer bir grup medya organı tarafından desteklenmesi ise, gayrı-maddi saikler yerine, tiraj, reklâm vb maddi müşevvikler ve motiflerin domine ettiği bir karar alma ve davranış paterni sonucu gerçekleşmiştir. Farklı motivasyonlarla davranan bu 2 gurup medyanın ortak yanları, her ikisinin de şu veya bu oranda 'vazifeli (vazifelendirilmiş, misyoner) oluşları ve buna uygun olarak da, cemaat tarafından seçilmiş kişileri yoğun, sürekli ve ısrarcı bir şekilde desteklemeleri, 'parlatmaları' ve 'köpürtmeleri'dir. 

8 - Dindar, vicdansız , merhametsiz ve ahlâksız bir cemaat?!?

Evanjelik camianın headquarter'ı (genelkurmayı), önüne koyduğu 'İsa mesih'in Altın Nesli' olarak nitelediği 'Rab'in Seçilmişler Ordusu'nu oluşturmak hedefine doğru yürürken; güdümlediği, domine ettiği ve yönlendirdiği medya organlarına, sadece olumlu yayın talimatı vermiyordu. Bazı durumlarda da, hasım gördüğü unsurlara karşı açtığı ölesiye savaşın destekçisi kılıyordu onları.


Başta Scientology Kilisesi olmak üzere, bazı modern dini sektlerin ve cemaatlerin kullandığı (beyin yıkama, psikolojik ve maddi baskı vb.) yöntemler; onların, Engizisyon zihniyetinin tek yumurta ikizi olduğunu düşündürtecek kadar merhametsiz, acımasız ve insafsız olabiliyor ne yazık ki!


Aslında, 'ideolojik ve fikri mekanizmaların' böylesi kâh olumlu, ve kâh olumsuz kampanyalar çerçevesinde kullanımı, medyayla da sınırlı değildi.

Cemaatin medya organları dışındaki diğer ideolojik, entelektüel, moral ve sosyolojik hegemonya enstrümanları ve mekanizmaları da; bir taraftan ‘gözdelerini parlatmak ve köpürtmek'le iştigal ederken; diğer yandan da, onun 'düşman' ilân ettikleriyle ölesiye savaşıyordu.

Dünya görüşlerini ve yaşam tarzlarını beğenmediği ve menfaatleri açısından tehdit olarak algıladığı kişi ve kurumları hizaya getirmek, göz dağı vermek, sindirmeye çalışmak için, onları haksız ve mesnetsiz töhmet altına sokacak (ciddi ve örgütlü suç kapsamında ele alınması gereken) aşağılık karakter suikastlerinin de parçası olduğu gerillavari vurkaç taarruzlarıyla; hakkında düşünüldüğünde, 
stratejik bir üst akıl tarafından dizayn edildiğinin fark edilmesi çok da zor olmayan uzun erimli ve kapsamlı yıpratma kampanyaları yapmak; bazı extrem durumlarda, bu menfi propagandayı aforoz etmek boyutuna kadar vardırarak, hedef şahsı / kurumu mesleki olarak çalışamaz ve hatta, beşeri ve sosyal olarak da nefes alamaz / yaşayamaz hale getirecek denli bunaltarak yok oluşun eşiğine itelemek de, Evanjeliklerin, zikredilen mekanizmaları vasıtasıyla sık sık başvurdukları beylik ve karakteristik yöntemlerindendir.

İnsan bu durumda sormadan edemiyor doğrusu: Bir cemaat hem dindar ve hem de nasıl bu kadar vicdansız, merhametsiz, insafsız ve ahlâksız olabilir?!?

9 - Gurular, sözde yalvaçlar ve çakma tanrılar


Charles Manson (sol) ve Ron Hubbard (sağ).
Spiritüalist ve teolojik bir pozisyondan konuşup, inananlarına kişisel selâmet ümidi ve /veya garantisi veren inanç sistemlerinin, benzer iddialar taşıyan diğer imani / itikadi sistemlerle mücadelesi tarihin başat unsurlarındandır. Bu mücadele sırasında yaşananların, mezkûr sistemlerin nihai emelleriyle ne denli örtüştüğü bahsi diğer olduğundan, bu metnin konusu edilmeyeceklerdir. Burada, post-modern dönemde zuhur eden dini sektlerin bazı uç örnekleri, yukarıda sorulan soruya cevap verme ehliyet ve kapasiteleri nispetince, kendilerine yer bulacaktır.

David Koresh

Semavi dinler ve kadim ahlâk öğretileri kadar köklü ve sistemli olmayan; kabullenilirlikleri ve meşruiyetleri çeşitli tartışmaların odağına yerleşen inanca mütealik 
kimi sekt ve cemaatlerin unsurları; yukarıda dillendirilen 'bir cemaat hem dindar ve hem de nasıl bu kadar vicdansız, merhametsiz, insafsız ve ahlâksız olabilir?' sorusunu sorduran fiillerin faili olarak teşhis edilebilmektedir. Bunların, bazen arka bahçesinde yeşerdikleri, bazen de, tamamen zıt bir ilâhiyat dairesinin mensubu oldukları yerleşik / kitlesel itikadi / imani sistemlerce heretik ilân edilip, tekfir ve aforoz edildikleri çok sık görülen bir durumdur. 


Jim Jones
Bahse konu heretik / senkretik inanç kümelerinin kurucuları ('gurular', 'sözde yalvaçlar' ve neo-paganizmin tezahürleri olan 'çakma tanrılar'), çok tartışılan 'spirütüel' pratiklerin azmettiricileri olarak öne çıkarlar. Bu tartışmalı figürlerin; kuvvetli bir meşruiyet halesiyle taçlanmış ve kitlesel temele dayanan teolojik oluşumlarla olan en bariz benzerliği, 'seçilmiş kişiler, kurtarılması vaat edilmiş kavim / halk / millet / ümmet (chosen people)' paradigmasını paylaşıyor olmalarıdır. 


Shoko Asahara
Semavi bir kaynak tarafından seçildiğine inanan heretik / senkretik oluşum inanlısı; kendisiyle aynı umdelere bağlı olmayan insanlığın geri kalan büyük kısmını ideolojik / fikri / beşeri bağlamda ötekileştiren ve hatta tekfir ve demonize edebilen bir ekosferin parçasıdır. Kendiniz gibi düşünmeyeni / inanmayanı tekfir edip şeytanlaştırdığınızda, ona her çeşit kötü muamelenin yapılmasını, hatta, öldürülmesini onaylamanız işten bile değildir. 

Claude Vorilhon
Bu halin bir adım ötesi ise; 'birader'inin bahse konu olumsuz eylemini meşru gören kişinin bizzat kendisinin, benzer bir acımasız / insafsız / gayrı meşru fiilin faili olmayı, kişisel selâmet ve sonsuz inayet adına, içine sindirebilmesidir. 

Bu başlık altında görselleri paylaşılan Ron Hubbard, Charles Manson, Shoko Asahara, David Koresh, Jim Jones gibi 'ruhani liderler' son 50 yılın en tartışmalı faaliyetlerine imza atan cemaatlerin kurucuları, guruları, 'yalvaçları'dırlar.

Bahse konu heretik / senkretik inanç kipinin eyleyicilerinin moral motivasyonu, dünyevi edimleri ve eylemleri bakımından mürşidi, 'dünya sonrası yaşam' için ise manevi beslenme kaynağı olan bu gurular; mercek altına alınan davranış paterninin gerisinde işleyen psiko-dinamik, psiko-sosyal, psiko-antropolojik ve, psiko-teolojik faktörleri meczeden, domine eden, dizayn eden müellif ve müessir unsurlar olmaları yüzünden; inanlıların yapıp ettiklerinde de mesuliyet sahibidirler.

Öte yandan, bu durumun; inanlılarının, hem kendilerinin ve hem de sektlerine dahil olan 'biraderler'inin, haricilere yapacağı her türlü kötü muameleyi ilkesel olarak kabul ve tolere etmeye meyyal oluşlarındaki kişisel sorumluluklarını; ve 'bir cemaat hem dindar ve hem de nasıl bu kadar vicdansız, merhametsiz, insafsız ve ahlâksız olabilir?' sorusunu sordurtan pratiklerdeki katkılarını ortadan kaldıramayacağı da aşikârdır (v).


Ronald Reagan (1911 - 2004),  başkanlık
döneminde (1981 - 1989) muhafazakâr bir
ABD inşaya çalışmıştı.

10 - Evanjelilizm, Neo-Con'culuk, neo-liberallik ruh üçüzüdür!

İkisi Demokrat Parti'den, üçüncüsüyse Cumhuriyetçi parti'den seçilmiş olan üç ABD Başkanı'nın, Billy Graham'a olan saygılarının nişanesi olan yukarıdaki fotoğrafın referans verdiği anlamlar küresinin bir unsuru da, hiç kuşkusuz, ABD'nin emperyal vizyonundaki Evanjelik tesir olsa gerektir.

Evanjelikler, siyaseten, kendileri gibi muhafazakâr olan Ronald Reagan tarzı Cumhuriyetçi adayları destekleyegelmişlerdir. Sosyolojik olarak muhafazakâr, iktisadi sahadaysa neo-liberal olan konservatif damar; geleneksel 'reel politikçi' ve 'izolasyonist uluslararası politika' çizgisini Reagan'la birlikte revize etmeye başladı. 

Baba Bush ve Oğul Bush dönemlerinde güdülen neo-konservatif siyasetler ise; Amerikan toplumunda, çoğunlukla Demokrat Parti'nin temsil ettiği sosyolojik / entellektüel / ideolojik / politik / moral birikimlere karşılık gelen 'ilke temelli, müdahaleci, regüle edici, dayatmacı uluslararası politika'yı devralmak şeklinde tezahür etmiştir.
Bir utanç abidesi: Guantanomo Toplama Kampı

Cumhuriyetçi Parti'nin, uluslararası politikasında ciddi bir kırılma oluşturan ve 11 Eylül 2001 saldırılarından sonrada zirve yapan bu yeni aksiyoner tarzı; siyaseten neoconların yeni dünya tasavvurlarından; ahlâken ve dinen ise, evanjeliklerin insan / eşya / dünya / kozmos telâkkilerinden beslenmektedir. 
Abu Ghraib Toplama ve İşkence Kampı

ABD'nin, tarihinde hiç görülmediği kadar çok işlediği, Guantanamo ile Ebu Garip'de zirve yapan, vahim küresel insan hakları ihlalleri ve suçlarının, 'post 11/9' dönemine denk düşmesi; ve bütün bunlara teolojik ve etik meşruiyet (ya da kılıf) hazırlayanın da evanjelik zihniyet olması; bu dini cemaatin insafsız, vicdansız, merhametsiz ve ahlâksız fiillerle dolu kapkara sicili göz önünde bulundurulduğunda; hiç de şaşırtıcı gelmemektedir insana.

Öyle anlaşılıyor ki, yaptığı onca kötülüğün ve zulmün yanı sıra, ahirete ilişkin itikadi ve metafizik kaygılar da taşıyabilen zalim muktedirler; dünyanın hangi coğrafyasında hükmederlerse etsinler ve hangi inanç dairesinin müntesibi olurlarsa olsunlar, hep aynı şeyi yaparak; zalimliklerini dinen ve ahlâken meşru gösterecek bir teolojik ve etik onay makamından 'uygundur, caizdir' fetvasını alarak manevi huzur bulmaya çalışmaktadırlar.

11 - Bergman’ın Rosselini öncesi ve sonrası kariyeri

İngrid Bergman'ın simbiyotik bir ortaklaşacılık kurduğu cemaate dair açtığım (kuramsal) parantezi kapatmanın ve yıldızımızın hayat hikâyesine dönmenin zamanıdır artık.

1950'ye kadar cemaatin propaganda yüzü ve vitrin süslerinden olan, bu sayede de evanjeliklerin çok yoğun desteğini alan İngrid Bergman, bu tarihte Roberto Rosselini ile yaptığı evlilikle birlikte bu avantajlı pozisyonunu kaybetmiş ve giderek de mezkûr dini sektin kara listesine alınmıştır. Niye mi? Çünkü, Rosselini bu işe kalkıştığında evliydi ve Bergman ile bir arada olabilmek için yuvasını dağıtmak zorunda kalmıştı.

Sanatçının kazandığı ödüllerin kronolojik dökümüne baktığımızda, bu evliliğin kazasız yürüdüğü yıllar boyunca (1950 – 1955) Bergman’ın kariyerinde kayda değer hiç bir başarısına rastlayamayız. 

‘Bu doğru değil! Bergman, evliliği sırasında, Anastasia ile 1956’da NYFCC ve 1957’de Academy ödüllerini kazanmadı mı?’  diyen itirazlarınızı duyar gibiyim. 

Bu muhalefet şerhlerinizde, üzülerek söylüyorum ki, haklı değilsiniz. Yukarıda da paylaştığım üzere, Bergman ile Rosselini’nin evlilikleri hukuken sona ermeden yıllar önce, zaten fiilen bitmişti. Ünlü aktris, bu evliliğin kariyerinde açtığı tamir edilmesi güç zararları kompanse etmek adına, bahse konu Cemaat'in sinema alanındaki kanaat önderleriyle boşanmadan çok önce temasa geçerek ayrılacağını müjdelemişti. 


Bu taahhüt üzerine de, 1955’dan itibaren kara listeden çıkarılarak yeniden Cemaat tarafından 'hizmete ve himmete lâyık bulunan dostlar' arasına, üstelik de bunların en üst sıralarına eklenen Bergman, bu sayede, önemli ödülleri yeniden arka arkaya kazanmaya başlamıştır.

12 - Cemaat bu; insanı vezir de eder, rezil de!

Evliliğinin başlangıcında, Evanjeliklerin ağır eleştirilerini; başına gelebilecekleri kestirememenin verdiği bir ‘cahil cesareti’yle adeta ‘kuyruğu dik tutarak’ ve ‘Jan Dark’ı oynadım diye onun gibi azize olmaya ne niyetim ve ne de takatim var. Ben, hatalarıyla ve günahlarıyla basit bir insan ve sıradan bir kadınım’ tarzındaki ilkeli bir üslûpla ile göğüslemeye çalışan Bergman, 1956’dan itibaren bu tarz söylemlere bir daha asla girmemiştir. Ve bu tutum değişikliğinin hasadını da; musluğu yeniden açılan ödül çeşmesinden testisini cömertçe doldurarak fazlasıyla yapmıştır.


‘Casablanca’, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’, ‘Notorius’, ‘Anastasia’, ‘Brams’ı sever misiniz?’, ‘Doğu Expresinde Cinayet’ filmlerindeki rollerinin hiçbirisinde, ne yazık ki, ikinci sınıf bir oyunculuğu aşamamış olan İngrid Bergman; buna karşın, devasa sinema endüstrisinin, 'eli - kolu her yere uzanmaya ehil' olan Evanjelik cemaatlerinin beslediği (yemlediği) ve yönlendirdiği yazılı ve görsel medya mecralarının, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının ve kanaat önderlerinin kendisini hak etmediği şekilde desteklemesi, parlatması ve köpürtmesi sayesinde, Holywood'un en başarılı aktrislerinden biri olarak algılanılmaya başlanmıştır.  

Sinema tarihinin en başarılı romantik prodüksiyonlarından olan Casablanca, İngrid Bergman'ın bütün bir filmografisindeki performansının da özetidir 
aslında. Sinema eleştirmenlerinin ezici çoğunluğuna bakılacak olursa, Bergman, bu filmde, sanatının zirvesine çıkmıştır. Oysa, kazın ayağı hiç de öyle değildir. Filmin temposu, çirkin ama, inanılmaz bir karizmaya sahip olan Humphrey Bogart'ın inanılmaz oyunculuğu etrafında döner durur. Yan rollerdeki diğer bütün artistler de, kelimenin gerçek anlamıyla 'döktürmüşler' ve Bogart'ın oyunculuğunun altında ezilmemişlerdir. 


İngrid Bergman'a gelince, o, diğer bütün rollerinde yaptığı üzere, filmin tamamında, adeta (Kurtlar Vadisi'nde 'nasıl kötü oyunculuk yapılır?' dersi veren Polat Alemdar'ı andıran bir performans sergileyerek) aynı yüz ifadesiyle oynamış; tecessüm etmiş ızdırap abidesinine sabitlenmiş bir edayla; Yalçın Küçük'ün, eşi de çok ünlü bir dizi oyuncusu olan bir 'star'ımız hakkında bir zamanlar dediği gibi 'o kadın oyuncu falan değil, kameraya inek gibi bel bel bakmaktan başka bir şey yapmıyor!' demesini hatırlatırcasına; kameraya ve partnerlerine 'bel bel', 'mel mel' ve 'mal mal' bakmaktan başka bir şey yapmayı becerememiştir ne yazık ki. 


Sanatının zirvesinde olduğu iddia edilen bir filmde böyle oynayan Bergman'ın diğer performanslarını varın siz düşünün artık! 

Yukarıda değinildiği üzere, Bergman etrafında, onlarca yıla yayılmış bir şekilde ve bıkmadan ve usanmadan ve çoklu tekrarlı olarak yapılan bahse konu bu çok başarılı 'algı operasyonu' ve uygulanan envai çeşit 'psikolojik taktikler' sayesinde, görüşleri şekillenen ve giderek de adeta toplu bir illüzyona sürüklenen küresel çaptaki on milyonlarca sinema izleyicisinin; en fazla 2. sınıf diye klasifiye edilebilecek bir oyuncuya,  1. sınıf sanatçı muamelesi yapmasını yadırgamamak gerekir. 

13 - 50 yılda 100 küsur farklı karakteri canlandırmak, ama hep Bakire Meryem’i oynamak

Virgin Marie
Bergman üzerine bu denli yoğun kafa yormadan önce, onun özellikle 1940’larda rol aldığı filmlerini her izleyişimde, ‘İnsanlığın ortak muhayyelesindeki Hz. Meryem imajı, işte bu suratın temsil, vaat ve imâ ettiği şey olsa gerek!’ diye düşünürdüm. 

Sanatçının, ‘Bakire Meryem’ ikonunu andıran ve bu dönemdeki rollerinin asgari müştereği olan bu duruşunun büyük ölçüde Evanjelik mentorlar tarafından önerilmiş, öğretilmiş bir eda olduğunu idrak ettiğimde, söz konusu sezgimin gerçeklikle olan güçlü irtibat ve mütekabiliyetine sevindiğimi teslim etmeliyim. 


Evanjelizm – Holywood - Bergman irtibatlarını deşifre ettikten sonra; aktrisin, bahse konu öğretilmiş  ‘rol kesme’ tarzının, retrospektifinin / filmografisinin 
tamamına hakim oluşuna artık şaşırmaz olmuştum. Konuya dair bu çeşit bir ‘aydınlanma hali’ yaşadıktan sonra, Bergman’ın çevirdiği  100’e yakın filmde ve sahne aldığı çok sayıdaki tiyatro oyununda bir kere bile olsun kelimenin gerçek anlamıyla soyunmaması, sevişmemesi ve hatta tutkulu öpüşme sahnesinde dahi oynamaması benim için artık son derece normaldi.

Ve yine, ‘Cemaat – Bergman simbiyotik yaşam’ şifresini çözdükten sonra, İsveçli aktrisin, 50 yıla yaklaşan mesleki kariyeri boyunca neredeyse oynamadığı rol, parçası olmadığı janr kalmamasına karşın, nasıl olup da hep aynı rolü oynadığı, hep aynı kadını canlandırdığı hakikati ile benim idrakim arasındaki perdeler artık birer birer kalkmıştı ortadan.

Bergman’ın gençliğinde, olgunluğunda ve yaşlılığında oynadığı onlarca karakterin bileşenleri olan ve her biri insanlık halinin farklı bir kipine tekabül eden ‘mazlum, şaşkın, saf, acemi, yakarıcı, masum, istismara müsait, kıt kavrayışlı, a-seksüel, talihli, steril hatun’ duruşlarının tamamının, aslında onun hayatı boyunca döne döne oynadığı ve büyük ölçüde de evanjelik cemaatin telkin, katkı ve rehberliğiyle şekillenmiş, ete kemiğe bürünmüş olan tek ve yekpare bir karakterin asli yapı taşlarını oluşturduğunu, bu satırları yazarı, tam da bu satırlar muhayyelesinde belirginleşmeye başladığında, kelimenin gerçek manasıyla, yerli yerine oturtabilmiştir.

İsveçli aktrisi, dünya sinema ve tiyatrosunun en seçkin yıldızları arasında anmak biçiminde tezahür eden aşırı yorumun; 20. asrın sinema seyircisinin yaşadığı menşei belirsiz bir kolektif illüzyonun sonucu olmadığı, arkada çalışan ve yukarıda paylaştığım türden örtülü, saklı dinamikler olduğu benim açımdan netleştiğinde; onun, vasatın çoğunlukla altında kalan, nadiren azıcık üstüne çıkabilen oyunculuk yeteneğinin, esasen temsile ehil olamadığı insanlık hallerini, etrafına yaydığı ‘öğretilmiş / öğrenilmiş’ ‘Bakire Meryem’ aurası sayesinde, nasıl olup da üstünü örterek ve maskeleyerek ‘temsil edebildiği’ bana artık çok sıradan, çok anlaşılabilir bir vakıa olarak gözüküyordu.

14 - Çok güzel, ya da karizmatik değildi, sadece fotojenikti

Sadece oyunculuğunu değil, hatırlayacaksınız, güzelliğini de tartışmaya açmıştım Bergman’nın. Yüzünün fotojenik oluşunun, aktrise, olduğundan daha alımlı ve daha güzel gözükmek gibi bir avantaj sağladığını tespitle başlayayım bu bahse. 


Sinema, gösteri sanatları ve medya dünyasından çok sayıda profesyonelin; olduğundan daha güzel, daha alımlı ve alabildiğine masum görünebilmesi için, o güne değin görülmemiş ölçüde ve ustalıkla katkı ve takviye yaptığı İngrid Bergman, bütün bu profesyonel desteklerin sayesinde, dünya sinemasının en güzel kadınlarının arasına yazdırmasını bilmiştir adını.


Bu metnin en başında yer alan karenin de arasında olduğu ve Bergman'ın, insanlığın müşterek hafızasına nakşolan çok sayıdaki  güzel fotoğraflarının neredeyse tamamı, had safhada müdahale görmüştür, anormal derece rötuş yemiştir. Günümüzde photoshop'la yapılan şeyler, o dönemde 'rötuş' ile gerçekleştiriliyordu.



İngrid Bergman, bütün filmlerinde Cemaat'in
öğrettiği 'Bakire Meryem' rolünü oynadı.
Sinema endüstrisi, medya moğolları, güzellik sektörünün baronları ve Evanjelik kiliselerin kombine desteği sayesinde, 80 yılı aşan bir zamandan beri İngrid Bergman, bir masumiyet ve güzellik paradigmasının fevkalâdenin fevkinde bir sembolü ve çok köklü bir modern efsanenin de merkezinde oturan hakim figürü olma vasfını korumaktadır. 

15 - İngrid Bergman = 'öğretilmiş / öğrenilmiş Bakire Meryem

Ne güzelliğiyle ve ne de oyunculuğuyla vasatın çok da üstüne çıkamamış olan İsveçli aktrisin, yukarıda açıklamaya çalıştığım dinamikler tarafından, insanlığın ortak bilinçaltındaki en köklü, en güçlü, en kuşatıcı sembollerden birisi olan ‘Bakire Meryem kültü’nü kuşanması; diğer bir ifadeyle, Cemaat'in, İngrid Bergman'a öğretiği 'Virgin Marie' ve onun Jean Darc gibi daha güncel sürümleriyle özdeşleştirilmesi sayesinde, gelmiş geçmiş en güzel ve en başarılı aktrisler sıralamasında sanki zirvedeymişçesine pazarlanması, sinema ve inanç tarihinin en büyük operasyonlarından, en yerleşik ve köklü illüzyonlardan ve en parlak projelerdendir.

16 - İngrid Bergman'ın Yeşilçam üzerindeki olumsuz etkisi


Yeşilçam'ın yaşarken efsaneleştirilenleri, bu şöhreti hak ediyor mu?
Dünya sinemasındaki birçok mesleki figür gibi, Yeşilçam’ın son 50 yılına damgasını vuran Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik Quartet'iyle, bunları filmlerinde oynatan sinema insanları da, İngrid Bergman’ın hem oyunculuğundan ve hem de duruşundan, ister istemez, şu veya bu oranda etkilenmişlerdir. Hiç kuşku yok ki, bu etkilenme en çok da Yeşilçam'ın 'Sultan'ın da gözlenmiştir. 

Bu etkilenme / iktibas etme / taklit etme meselesine önce magazinel yaklaşacağım: ‘Türkân Şoray Yasaları’ bahse konu bu mesleki tesire verilebilecek bir örnektir. Bir diğer deyişle, mezkûr yasaların müellifi ve iktibas sahibi, sanılanın aksine, Şoray'ın (çok kıskanç olduğu söylenen) hayat arkadaşı Rüçhan Adlı değil, İngrid Bergman’dır. 

Bergman'ın genel olarak Yeşilçam, özel olarak da Türkân Şoray üzerindeki etkilerinin en ciddi olanıysa, İsveçli oyuncunun yeknesak tarzının, 'minimalist oyunculuk' yakıştırmasıyla 'vaftiz edilerek', olur olmaz konseptlerde taklide kalkışılmasıdır. 


Fizyonomisi buna ziyadesiyle elverişli olmasına karşın, İngrid Bergman'da bile sakil duran 'seyirciye duygu aktarımının, yakın plân çekimlerinde uzun uzun gösterilen yüzün sergilediği sınırlı mimiklerle sağlanması' şeklindeki oyunculuk stilinin, tamamen farklı bir anatomiye, sanatçı kumaşına ve auraya sahip olan Yeşilçam'ın 'Sultan'ında büsbütün 'sentetik', bütünüyle sahte, tepeden tırnağa taklit ve sakil durması kaçınılmazdı.

17 - Türkân Şoray, Cüney Arkın ve Yeşilçam surlarında gedik açmak!

İngrid Bergman'a dair doğru olduğu sanılan bazı yanlışları açıklayıp, bunları temellendirdikten; bu suretle de, İngrid Bergman surunda bir gedik açtıktan sonra; sıra şimdi de diğer bazı surları, Türkân Şoray, Cüneyt Arkın ve Yeşilçam burçlarını zorlamaya geldi.

Türkân Şoray, kendi imkân ve kaabiliyetine uyan bir oyunculuk tarzı geliştireceğine, ne yazık ki, Bergman'ın karbon kopisi olmayı tercih etmiştir. Bu yüzden de, sinemamızın sultanı diye yere göğe koyamadığımız aktrisimizin 40 yılı aşkın oyunculuk kariyerine sığdırdığı 222 filmin (bu sayı, bu düzeydeki oyuncular klamanında küresel bir rekordur!) hülâsası; ne yazık ki, Yalçın Küçük'ün önceki bölümlerde paylaştığım eleştirisinde dillendirdiği 'kameraya bel bel, mele mel, mal mal bakmak!' şeklindeki tasvirinden azıcık hallice bir performansa tekabül eder. Hakkını yememek lâzım; Türkân Şoray, Yalçın Küçük'ün eleştirdiği bu 'manasız bakış'ı, epeyce göz süzüş, kararında gerdan kırış, zengin bir entervale yayılan ısrarlı dudak titretiş ve burun kanadı oynatışıyla renklendirip çeşitlendirmesini bilmiştir doğrusu. 


Charles Bronson

Cüneyt Arkın
Öte yandan, Türkan Şoray da, aynı İngrid Bergman gibi, bizim abartarak ona nispet ettiğimiz derecede güzel değildir. Ancak, ne Şoray'ın ve ne de Bergman'ın çok güzel olmamaları hiç önemli değildir. Burada önemli olan husus, her ikisininde çok kötü oyuncular oluşudur. 

Bergman'ın kötü oyunculuğu kısmen onun istidadıyla ilgiliyken; ağırlıklı olarak da, cemaatin, bütün bir oyunculuk yaşamı boyunca onu 'Bakire Meryem' rol modeline mahkûm etmesindendir. Şoray'ın kötü aktrisliği ise, büyük ölçüde onu yöneten (daha doğrusu, lâyığıyla yönetip yönlendiremeyen) yönetmenlerin vebalidir.


Jean Paul Belmondo
Aynı durum sinemamızın gelmiş geçmiş en önemli aktörleri arasında gösterilen Cüneyt Arkın için de geçerlidir. Arkın, tutkulu bir şekilde sevdiği Jean Paul Belmondo'nun beceriksizce çizilmiş bir karikatürü olarak başladığı oyunculuk kariyerine, yine çok sevip etkilendiği Charles Bronson'un 4. sınıf bir imitasyonu olarak noktayı koymuştur. Kendisini bu şekilde hunharca harcarken, yeterince olumlu yönlendirme ve eleştiride bulunmayan Yeşilçam'ın yönetmenleri, eleştirmenleri, âkil insanları; Cüneyt Arkın'ın hiç de göğüs kabartmayan filmografisinin de, ister istemez, birinci dereceden sorumluları olarak öne çıkmaktadırlar. 

Bu bahsin başlığında da dillendirildiği üzere, özelde Türkân Şoray ve Cüneyt Arkın'ın, genelde de (1980'ler sonrasındaki auteur sineması ve öncesindeki tek tük yüz ağartan çizgi üstü denemeler hariç) Yeşilçam'ın tamamının bir başarısızlık öyküsü olmaları ve sinema endüstrimizin halâ da bir dünya starı çıkaramamasının nedeni, oyuncularını gereğince yönetmekten ve yönlendirmekten aciz olan kifayetsiz ve yeteneksiz sinema yönetmenleriyle, bunları gerektiği gibi eleştirip yönlendirmeyen sinema eleştirmenleridir. Dolayısıyla da, Yeşilçam'dır Yeşilçam'a en büyük kötülüğü yapan daima!

Tom Cruise & John Travolta

18- Sanatçı meslek dışı bir cemaate değil, kendi kapasite ve kabiliyetine güvenmelidir!

Ezcümle, İngrid Bergman’ı mistifiye edip, onu Bakire Meryem’in Holywood şubesi şeklinde takdis ve takdim eden ve biçtiği rol model sınırları içinde davrandığı müddetçe de onun başarıdan başarıya koşmasına katkı veren Evanjelikler, aktris cemaatin yol haritasının dışına çıktığında ise, yürüttükleri örtülü faaliyetlerle, onu aşağıya, başarısızlık çukurlarına çekmekte zerrece tereddüt göstermemişlerdir. 

Scientology Churc'ün, başta Vatikan olmak üzere, kurumsal
Hristiyan mezheplerce demonize ve aforoz edilen haçı.
İngrid Bergman'ın Cemaat'le yaşadığı inişli çıkışlı ve sorunlu ilişki, son yıllarda, Scientology Church'ün organik parçası haline gelen John Travolta ve Tom Cruise gibi Holywood mega starlarının yaşadıklarını andırmaktadır. Kendi kapasitesine, yeteneğine, iradesine, mesleki tutkusuna ve meslek ahlâkına dayanmayan; sanatında ilerlemeyi, aşama kaydetmeyi sanat dışı çevrelerde, süreçlerde ve dinamiklerde arayanların, kariyerlerinin bir aşamasında bunun bedelini ödemesi kaçınılmaz gözükmektedir.

 - epilogue

Bu metin boyunca yaptığım analizlerle, İngrid Bergman'a, Türkân Şoray'a ve Cüneyt Arkın'a dair olan abartılı pozitif önyargıların sorgulanması sürecine, ummanda karınca sidiği, ya da, mevcudatta zerre miskal mertebesi derekesinde katkı verebilir; bir diğer deyişle, sarsılması dahi düşünülemeyen fevkalâde muhkem surlarda minicik de olsa bir gedik açabilirsem şayet, kendimi bahtiyar addedeceğim.


Bu arada, Şoray ve Arkın'ın kötü oyunculuklarının arkasında, Bergman'ınkini andıran karanlıkta bırakılmış (kamusal bilinirliğe kavuşması engellenmiş) olan gayrı-mesleki bir dinamiğin etkili olup olmadığının sorgulanması; bu haliyle bile fazlasıyla uzun olan metni daha da hantallaştıracağından, buraya alınmayarak, bir başka denemenin potansiyel ilgi alanına havale edilmiştir.

Sinefillerin bu metne verecekleri (olumlu ya da olumsuz, fark etmez; yeter ki metin ses getirsin) tepkiler, yazarının, bu etüdü, genişleterek derinleştirilmesi için girişmesi gereken zahmetli bir araştırma ve yazma sürecinin de en ciddi manevi ve moral müşevviklerinden birisi olacaktır (vi).


Notlar:


(i) İster algıda seçicilik deyin; isterseniz şartlanma kapsamında ele alın; isterseniz de, zihnin, karşılaştığı hayat enstantanelerini, eski tecrübelerimizin bellekteki izdüşümleri olan hatıra parçalarından yaptığı 'copy paste'lerle kendine göre revize ederek biçimlendirmesi olarak yorumlayın; bu farklı yaklaşımlar, bu metnin başlığındaki ve okunmakta olunan dip not'u önceleyen satırlardaki 'Cemaat' kavramını gördüğünüzde, aklınıza 'Pensilvanya problematiği' geldiği hakikatini zerrece değiştirmez. Ancak, her sakallı nasıl amcamız, ya da, muhitimizin hacı esnafı değilse, her cemaat de, hiç kuşkusuz Pensilvanya'dan yönetilen malûm dini sekt değildir. Pensilvanya problematiğiyle ilgili olan ve argumentum ad gastroenterum metodu temelinde vücût bulmuş olan  kapsamlı bir ironi için bknz. 
http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2014/09/pensilvanyaya-nicin-pensilvanya-denir.html#more

(ii) 2001 - 2002 yıllarında, Los Angeles'ta yaşarken, hasbelkader farkına varıp araştırmaya başladığım bu konu, ilerleyen dönemlerde; bir taraftan fırsat buldukça dönüp derinleşmeye ve hakkındaki kanaatlerimi kesinleştirmeye çalıştığım bir keşif yolculuğu; diğer yandansa, bir nev'i entellektüel meydan okuma vasfı kazandı. Okunulan metin, bu sürecin aktüel uğraktaki hasadıdır. Onun, daha kapsamlı ve derinlikli bir çalışmanın embriyonu, ya da, taslağı olma ihtimalini de gözden ırak tutmak istemem doğrusu.

(iii) Bildimcik böceği, kullanıma sokulmasını teklif ettiğim bir isim tamlamasıdır. Onun, her şeyi bildiğini sanan çapsız ve kifayetsiz ukalâların tanımlanmasında fonksiyonel olduğunu düşünüyorum. 
Konuya dair ileri bir okuma için bknz. http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2014/09/bildimcik-bocegi-kavram-insanlga-hayrl.html#more 

(iv): 101 anglo - sakson kültür dairesinin önemli metaforlarından birisidir. Herhangi bir hayat / kültür / eğitim alanına dair temel bilgilerin verildiği dersin / kursun / eğitimin / kitabın başlığında 101 (one - o - one) mutlaka yer alır. Yanı sıra, başta karayolları, ofisler, hizmet binalrı, okullar, alışveriş merkezleri ve oteller olmak üzere, çeşitli disiplinlerdeki yapılanmaların en önemli / temel / basic olanının numaralanmasında tercih edilen sayı da 101'dir. Konuya dair farklı bir yaklaşım için bnz.
http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2011/08/tarihin-en-buyuk-komplosunun.html

(v) Konuya dair daha ayrıntılı okumalar için başvurulabilecek bazı Türkçe kaynaklar için bknz:
***Öteki Peygamberler, Anthony Storr; 
http://www.idefix.com/kitap/oteki-peygamberler-anthony-storr/tanim.asp?sid=Y8EG26T62P0PQUZTB8OT 
***Yeryüzü tanrıları liderler komutanlar ve yüce kahramanlar psikolojisi, Rasim Adasal; http://www.sanatkitabevi.com.tr/tr/?sku=27744 
Yukarıdakilerle birebir örtüşmese de, benzer bir eko-sistemin ve anlam dairesinin içinden konuşan farklı bir araştırma için:
***İnsanüstülük taslayanların içyüzü, Metin And; 
http://www.simurg.com.tr/tr-tr/urun/psikoloji-ruhbilim/57242/insanustuluk-taslayanlarin-icyuzu.aspx
(vi): Okunulan deneme 15 yıla mütecaviz bir araştırmanın mahsulüdür. Çokça arşiv malzemesinin sabırla taranmasının yanı sıra, onun ortaya çıkmasında, esinlenme, ilham, spekülatif tarzda çalışmaya meyyal bir idrak ve bir miktarda argumentum ad gastroenterum metodunun kullanımının katkısının olduğunu söylemek, müellifinin namus borcu olsa gerektir diye düşünüyorum. Telifi bu metnin yazarına ait olan argumentum ad gastroenterum için bknz.
http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2013/10/argmentum-ad-gastroenterum.html

7 yorum:

  1. İNGRİD BERGMAN
    A)Oyunucu olarak:

    Bergman'ın oyunculuğu .üstelik tiyatrodan gelen birine göre,oldukça sıradan ,donuk,klişe ve foto roman tarzı.Böyle bir oyunculuğun sinema aleminde bunca takdir görmesi,her oyuncuya nasip olmayacak şekilde ,bu kadar sıradan oyunculuğun ölçüsüz bir coşkuyla(neredeyse taşkınlıkla) ödüllendilmesi ancak Hollywood sinema endüstrisinin ürün geliştirme stratejisi ile açıklanabilir kanısındayım,

    Gerçekten oynadığı onlarca oyuna karşılık aslında çok sınırlı bir tipolojiyi yansıtır.HER ZAMAN PEK MASUM hep iyi, doğru, acayip ölçüde saf,-mazlum-her zaman sevilmeyi en çok hakeden(DE FACTO) BİR tipi(ve/veya kişileri)oynamak, tüm kariyeri boyunca bunu tekrarlamak herhalde tesadüf olmasa gerektir.

    YanıtlaSil
  2. B)BİR ÜRÜN OLARAK BERGMAN

    Gerçekten de Bergman TIPKI yeni üretilen bir çikolata türü gibi(biberli bitter) piyasaya sürülen yavaş yavaş tuttuğu görüldükçe ürününü geliştiren agresif pazarlama yöntemleriyle piyasa payının artması yönünde ciddi gayretler sarfeden,karşığını aldıkça o ana kadar tüm statejilerinin doğruluğundan emin ve gururlu bir şekilde ürününü parlatıp yaldızlayan herhangi bir sektördenfarksız bir sürecin oldukça önemli başarılı bir ürünüdür.

    YanıtlaSil
  3. BERGMAN'IN BAKİRE MERYEM OLARAK LANSE EDİLMESİ:
    Bu konuda blog yazarının derin araştırmasıve engin bilgi birikimi bana pek yorum yapma olanağı bırakmıyor doğrusu.Yazarın araştımalarının açık bir şekilde belirttiği üzere Hollywood-evangelist cemaat işbirliği sonucu ortaya çıkan bakire Meryem imajı(hayli masumve saf, nerdeyse aseksüel ara sıra lütfen öpüşen) evliyken ROSSELİNİ'yle ilişkisi(daha sonra evlilikle neticelense bile) sonrasında yerle bir olmuş ve özellikle cemaatin afarozu ve yönlendirmesi sonucu Amerikan muhafazakar toplumunun şiddetli eleştirisine(nerdeyse linç)maruz kalmıştır.
    Kendini dünya lideri olarak gören,ekonomi,teknoloji ve bilimde öncü bir ülkenın ,sinema endüstrisini domine eden Holywwood'un Oyuncuyu temsil ettiği kişilikle bu denli bağdaştıması ne yaman çelişkidir.(hatta ilkelliktir.)
    Ancak bu husus muhtemelen bir çelişki falan değil bilinçli bir tercihtir.Nihai amaç yukarıdaki paragraflardaki PAZAR ÜRÜNÜNÜ oluşturmaktır.

    YanıtlaSil
  4. D)HOLYWOOD'un STAR bağimlılığının sinematografik,ekonomik ve endüstiyel nedenleri:

    Herşeyden önce bu bir pazarlama sorunudur.İnsanlar bir filmi seçerken yönetmen, oyuncular,starlar...ve türleri gibi faktörleri dikkate alırlar.Holyvood tür kavramını seyirciye kıyak olsun diye iyice kategorize etmiştir;komedi, dram romantik komedivbg)

    Kimiseyirci İÇİN YÖNETMEN KUTSALDIR. Bazılarını filmin türü yönlendirir. kimileri için ise starlar vazgeçilmezdir.Ancak hemen belirtmeliyim ki starla başrol oyuncusunu karıştırmamak gerekir.HerHANGİbir filmde hiç tanınmamış bir oyuncu başrol oyuncusu olabilir.Ama Alaın DELON TABİİ Kİ bir STAR'dır ve başrol oyuncusudur.
    Marilyn MONROE tabii ki star ne kelime bir efsanedir.Onun efsane olarak ortaya çıkmasındaki kişisel özelliklerini , güzelliğini,oyunculuğunu ,özel hayatındaki med-cezirlerive tüm sarışınlığına karşın zekasını yadsıyamayız.doğal olarak Holywood da onun için yukarda sıraladığımız tüm faktörleri kendi yan sanayisiyle(basın,magazen yayınlar veyazarlar) oya gibi işleyerek bu efsanenin yaratılmasına büyük katkılarda bulunmuştur. Ve ortaya dirisi de ölüsü de(hala)para kazandıran bir efsane-ürün çıkmıştır.(nerdeyse coka cola kadar)
    Oysa iyi bir film in ille de starlara gereksinimi olduğunu düşünmüyorum. İyi bir senaryo iyi bir yönetimin ne kadar başarılı olduğuna dair tonla örnek vardır.
    Kieslovskive A.VAJDA ve KUROSAVA'nın filmlerigibi.Eski bir Sovyet filmi olan LRYLEKLER UÇARKEN Starsız hatta başrol oyuncusu olmayan bir başyapıttır.
    Sonuç olarak star sistemi seyircinin film seçimini kolaylaştıran veyoğunlaştıran bir sistemdir.Ve bu starlara ödenen deve yükü paralara rağmen sisteme büyük girdiler sağlayan bir anadamardır,

    YanıtlaSil
  5. E) İngrid Bergman’ın Yeşilçam starlarına etkisi!!!!!
    E-1 Sanatçı Kimliği
    Türklere göre daha modern toplumların sanatçılarının daha özgür,hoşgörülü,yaratıcı ortamlarda yetiştiği,bunların doğal sonucu olarak tutucuktan,klişelerden,yerleşik ahlaki değerlerden,örümcek kafalılıktan uzak ;yenideğerlerve görüşler ve fikirler içeren sanatsal yapıtlar ürettiklerini varsayarız.Sanatçının tanımı gereği onların toplumların önünde olan ve onlara yol gösteren, onları yeni ufuklara taşıyan kişler olduklarını tereddütsüz kabul ettiğimize göre(veya kabul ediyorsak) ;bu kişilerin (sanatçıların) toplumları oluşturan bireylerin ortalama değer yargıları ve kalıpları içinde yer almadıklarını hatta bunların dışında olmalarının bir gereklilik olmasının( olmazsa olmaz)bir şart olduğunu kabul etmeli ve hatta talep etmeliyiz.Bir şair ,yazar ,oyuncu, ressam vbg’ler hiç kuşkusuz bir bankacı, esnaf,eczacı, doktor,kaportacı gibi biz fanilerin günlük yaşamından,kaygılarından,ruh hallerinden daha farklı(belki biraz da uzak) hatta biraz da sanal bir dünyada, farklı bir ruh aleminde ,zaman zaman da anomali hallerini yaşıyor(veya uçuyor) olabilir.

    Orson Wells kimbilir hani ruh hali veya dünyada(hatta galaksideydi) Citizen Kane’i kurgularken? Nazım,Yaşar Kemal ve daha niceleri biz sıradan insanlardan çok çok farklı konumlardaydılar eserlerini üretirken,yaşarken ve düşünürken ve hayal kurarken. Keza Sezen Aksu şarkılarını bestelerken kim bilir hangi alemde ve zaman dilimindedir?
    Bir de gerçek sanatçı olmayıp zanaatçı olanlar vardır ki bu zatlar sadece giyimleri , davranışları ve çıkıntılıklariyla sanatçı numarası yapmaya kalkarlar. Hatta bunların bir kısmı geçici süreler için bile olsa başarılı olabirler.Ancak bunlar sadece sanatçı numarasında başarılı olmuş zanaatçı olmaktan ileri gidemezler.
    Ancak sanatçı tanımıyla ilgili bu kadar ahkam kestikten sonra şu kaçınılmaz kelamları (büyük bir mahcubiyetle) etmek zorunluluğu da vardır kuşkusuz. Sanatçı yaşadığı toplumdan fazla da kopuk olmamalıdır. Bu kadar iddialı lakırdıdan sonra bu ne biçim dümen kıvırmak? Hem pencere kenarı hem 25 kuruş. Galiba sanatçılık gerçekten zor iş.Kolay kolay kimseye yaranılmıyor.Ancak işin sırrı da bu:hem herkese fazlaca yaranmaya çalışmayacakın,hem de sisteme aşırı çıkıntılıklar yapmadan eserler üreteceksin. Zor iş vesselam.

    YanıtlaSil
  6. E-2 Bizim Starlar ve Bergman efekti:
    Sinemayı biz icat etmedik;dolayısıyla hem teknolojik açıdan, hem de sanatsal olarak icatçıların(haydi taklit demeyelim)sürdüğü yolları izlemek Yeşilçam geleneklerindendir. Gerçi batı sineması , özellikle Amerikan sinema endüstrisinin teknolojik olanaklarını ithal edip uygulayabilmek için yenı yeni oluşan Türk sinemasının gerek sermaye ,gerekse bilgi birikimi yeterli değildir.Başat sinema endüstrilerini izlemek,coğrafi ,ekonomik ,sosyolojik,pedagojik parametreler çok farklı bile olsa onların ürünlerıni ve yapıtlarını önce hayranlıkla ve hayretle seyredip onlara özenmek Yeşilçam’ın adeta kaderi olagelmiştir,İnanılır gibi değil(bugün ıçin) ama Yeşilçam kovboy filmi bile yapmıştır.Hem de western konseptiyle değil, kovboy şapkasıyla,düldülüyle, çakma tabancıyla absürd,komik ötesi ,ucube filmler.Ne yaratıcılık ama!
    Genelde durum böyleyken o zamanki sistemin mütemmin cüzü olan oyunculardan mükemmel performanslar beklemek ne kadar adil ve gerçekçi olabilir?Oyunculuk, iyi yönetmenlerin oyuncuları doğru yönlendirmeleriyle yakından bağlantılı değil midir? O devrin (türk sinemasının cilalı taşı)yönetmenlerinin rahle-i tedrisatından ancak Türkan Şoray.Filiz Akın ,Fatma Girik ,Hülya Koğyiğit’lerin yetişmelerini fazlaca yadırgamamak daha gerçekçi olur kanısındayım.Ancak ,aynı oyuncuların iyi yönetmenlerin yönetiminde çok farklı performanslar verdiklerine de şahidiz.(nekka ekmek okka köfte).
    Sinemamızın bugünkü düzeyine baktığımızda alınan yolun,varılan noktanın önemini- düne baktıkça –daha iyi anlamalıyız kanısındayım.Artık uluslar arası film festivallerinde ödül almış filmlerimiz yönetmenlerimiz var,onlarla onur duyuyoruz.
    Geçmişin Lütfi Akad ,yılmaz Güney,Şerif Gören,Metin Erksan Atıf Yılmaz,Zeki Ökten’lerine karşılık artık Nuri Bilge Ceylan.Zeki Demirkubuz,Reha Erdem,Yeşim Ustaoğlu,Çağan Irmak,Semih Kaplanoğlu gibi çok saygın yönetmenlerimizle gelecekten umutluyuz.

    BLOG YAZARINA SAYGILAR.

    YanıtlaSil