Ertuğrul Özkök ve Ayşe Arman 'habercilik'i' ne menem bi şeydi?



















Bugün blogumun istatistiklerine göz attığımda, yıllarca önce yazdığım ve Ertuğrul Özkök'le Ayşen Arman 'haberciliği'ni eleştirdiğim bir yazımın (aslında 5 yazı desem daha isabetli olur; zirâ,2011, 2012 ve 2016 yıllarında yazıp blogumda paylaştığım, birbiriyle bağlantılı olan diğer 4 yazıma referans vererek onları meczeden bir 'çatı yazı', 'şemsiye metin'dir bu) olağanüstü bir alâka ile karşılandığı gördüm.

Hal böyle olunca da, o blogumu - noktalama işaretlerine bile dokunmaksızın - tarihini güncelleyip okunulan bu kısa giriş yazısını ekleyerek blogumun başına yerleştirmenin isabetli bir tercih olacağına kanaat getirdim.

İşte, bahse konu iki 'ex-haberci'ye cepheden ve fevkalâde şedid bir tonda tavır aldığım o 'çatı yazı', o 'şemsiye metin' muhterem kârîm:

'Güncel bir gelişme üzerine, Ayşe Arman hakkında yaptığım bir kritiği  (aktüalitesini zerrece yitirmemiş olduğuna inandığımdan) 'Ayşe Arman 'dişi Ertuğrul Özkök', Özkök ise 'erkek Ayşe Arman'dır' başlığıyla yeniden paylaştım bugün 
(http://ziyaversencan.blogspot.com.tr/2011/11/turkiyenin-en-cok-okunan-kadn.html).

Bahse konu son aktüel polemiklerin ışığı altında, 4 yıl önce yazdığım (ve yine güncelliğinin zerre miskal mertebesinde dahi erozyona uğramadığını düşündüğüm) Ertuğrul Özkök'le ilgili bir yazımı tekrar paylaşmanın da, hem fikri takip idesine ve hem de ele aldığım söz konusu medya figürlerinin oluşturdukları resmin daha belirgin hale gelmesine hizmet edeceği kanaatindeyim.

İşte 4 yıl önce paylaştığım o mezkûr Ertuğrul Özkök yazım:

***Bu denli ‘cehalet’ ya tahsille, ya kötü niyetle, ya da Kalenderilikle

mümkündür ancak!

Ertuğrul Özkök’ün 10 Mayıs 2012’de yayınlanan ‘Bir Beyaz Türk’ün Hatim İndirişi’[i] başlıklı yazısı, onun İslâm’ı konu alan öteki yazıları gibi, ibretlikti. Diğer konulara dair olan metinlerinde, çoğunlukla kayda değer maddi bilgi hatasına düşmeyen; en azından kendi içinde tutarlı kalmayı becerip, geçersiz (invalid) mantıksal çıkarımlarda bulunmayan Özkök’ün, konu İslâmiyet olduğunda ‘tel tel dökülmesi', bana kalırsa üzerinde durulması gereken bir husustur. Okunmakta olan yazı, söz konusu meselenin mercek altına alınarak; Özkök’ün, İslamiyet’e dair olan tespitlerinin hatalarla mücehhez oluşunun, onun cehaletinden mi, kötü niyetinden mi, yoksa Kalenderilik tarzı bir esoterik (batıni) geleneğin müntesibi oluşundan mı kaynaklandığının analiz edilmesine katkı verebileceği düşüncesiyle yazıldı.

***Kalemimin Ertuğrul Özkök ile imtihanı
Özkök’ün mezkûr yazısını okurken, sergilenen ‘sıra dışı’ cehalet, had ve hudut tanımayan kibir ve çoğunlukla ofansif tarzda tezahür eden manasız özgüven patlamaları yüzünden ‘içim’  acıdığı, ruhum ezildiği, metnin bazı yerlerinde ise, kendisini ‘Beyaz Türkler’in[ii] 
sözcüsü olarak kabul ettirmeye çalışan yazar adına, çok utanıp zaman zaman yerin dibine bile geçtiğim için; cevabi yazımın, bütün entelektüel duyarlılıklarımı ve ‘manevi sinir uçları’mı irrite eden hususları kapsamlı bir tarzda eleştirerek aşan bir ‘Ertuğrul Özkök reddiyesi’ olması farz olmuştu adeta.

Öyle ki, bahse konu metnim, Özkök’e dair yazıların oluşturduğu kayda değer külliyatın, esas olarak, ötekileştirmenin çeşitli fazlarına tekabül eden küfür, aşağılama ve hakaret babındaki tezahürlerinin ötesindeki bir koordinatlar dizgesinde konumlanmalıydı. Bir diğer ifadeyle, yazmayı hedeflediğim reddiye, teorik derinliği, entelektüel genişliği ve yazınsal üslûbuyla, konvansiyonel yazıların olay ufkunun erişemediği bir yazınsal uzayın unsuru olabildiği takdirde buluşmalıydı okuruyla. İşte bu yüzden de, mezkûr yazım; Özkök jurnalizmi’ni, aktüel medya kritiklerinde (medya polemiği ifadesinden iradi olarak imtina ettim) hiç de alışık olunmadığı üzere, Kalenderilik, Melâmilik, Platoncu İdealizm, Gödelyen kiplikler uzayının tezahürleri olan evrenler kümesi, zamanda yolculuk, ‘epistemik olarak var olan ‘şey’, ontik ‘şeyler’in uzayında tesir sahasına sahip midir?’[iii] türünden tasavvufi, felsefi, matematiksel ve kozmolojik entiteler üzerinden kuşatmaya çalışmak gibi misyonlarla biçmiştir kendisine. Anlayacağınız, Ertuğrul Özkök’ün İslâm’la imtihanı problematiğini asal eksenine oturtan bu yazının, ‘fikri boy aynası’ndaki yansıması (simetriği), yazarının ‘yazma ehliyeti’nin ‘Ertuğrul Özkök’le imtihanı’ şeklinde temayüz edecektir.

***Özkök’ün İslâmla imtihanı
Şimdi gelin, birlikte, yerden yere vuracağım o talihsiz tespitlerinin bazılarını, Özkök’ün kendi kaleminden çıktığı haliyle görelim. 
Yazardan, bold ve italik karakterle yaptığım alıntıların yanı sıra, (kâh bunların hemen yanında ve kâh dipnotlar şeklinde konumlanmış olarak) eleştirilerime de yer vereceğim. Bu suretle, okura, 2 kanaldan ilerleyen paralel textlerin birbiriyle ‘hesaplaşması’ tarzında stresli ve dinamik bir yazı plânı sunmayı hedefliyorum.

‘Kuran’ı[iv] hatim indirmek[v] üzereyim.’ diyen Özkök ekliyor: ‘Artık Kuran’ı anlıyorum’. Yazarın, Kur’an’ı anladığını söylediği ilk tarih 3 yıl öncesine denk düşüyor. Bu beyanı üzerine, 1947’li olan Ertuğrul Özkök’ün, 10 – 12 yaşındaki sabilerin çok da zahmet çekmeden anlayabildikleri İslâm’ın kutsal metnini, ancak 62 yaşında iken anlamaya başladığını öğreniveriyoruz[vi]. Doğrusu, bu oldukça gecikmiş sayılabilecek ‘anlayışı’ndan dolayı Özkök, okurundan 'aferin!' ya da alkış almayı bekliyorsa, bunun, haklı, makul ve meşru bir talep olmadığına işaret etmek durumundayım.

Öyle ya, Özkök’ün (Fransa’daki tahsil hayatı yüzünden) yakından tanıdığını ve eserlerinin hiç olmazsa bir kısmını Fransızca asıllarından okumak şansına erdiğini sandığım Sartre[vii] örneği ortadayken, ‘Kuran’ı 62 yaşında anlamaya başladım’ beyanına, dini ve felsefi mevzulara meraklı okurunun büyük kısmı müstehzi bir edayla yaklaşmaktan başka ne yapabilir ki?! Öte yandan Özkök, büyük bir pişkinlik ve engin bir müstekbirlikle, Kur’an’ı anlamamasının bütün suçunu, cumhuriyet dönemi boyunca yapılmış 130 Türkçe Meal’in mütercimine bakın nasıl da yıkıveriyor: ‘…çok güzel Kur’an çevirileri çıkmaya başladı. Bunları parça parça okudum. Ancak son olarak Mustafa Özyürek’in ‘Kur’an’ı Kerim Meali: Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri’ adlı eserini okuyunca, hatim indirmeye karar verdim[viii].

Özkök’ten yaptığım alıntının son cümlesi bu yazıda işaret ettiğim içeriksel zafiyetlerinin yanı sıra, gramatik olarak da problemlidir. Öyle ya, bu cümle ‘X kitabı okuyunca, o kitabı baştan sona okumaya karar verdim’ anlamına gelmiyor mu? Bu cümlenin doğru dillendirilişinin ‘X kitabı okumaya başlayınca, onu tamamlamaya karar verdim’ olması gerektiği ortadadır. Anlayacağınız yazar, mütevazi bir köşe yazısında, hem semantiğe ve hem de sentaksa dair hata yapmaktaki maharetini, korkusuzca ve yaratıcı bir edayla sergilemeyi bilmiştir.

Öte yandan, bir insandan; okuduğu bir kitaba dair görüş serdettiğinde, içeriğini olmasa bile, hiç olmazsa yazarını doğru aktarmasını beklemez misiniz? Beklersiniz tabii ki. Ne yazık ki Özkök, bizlerin bu çok temel, bu çok basit ve bu çok sıradan beklentisine bile cevap verememektedir incelediğimiz yazısında. O, okuduğu Meal’in tercümanının adının geçtiği 4 yerin ikisinde, onun Öztürk olan soyadını Özyürek şeklinde yazabilmeyi becermiş bir ‘kanaat önderi’dir[ix]. Bu, Özkök’ün, İslâmiyetle ilgili konularda kalem oynatırken ne derece ceffelkalem, ne derece özensiz yazabildiğinin ve yanı sıra da, zihnen ne derece de dağınık ve hüzün verici (confused & so sad) durumda olduğunun bir nişanesi olsa gerektir.

Özkök devam ediyor: ‘Peki hatim indirince ne oldu? Daha mı inançlı oldum? Daha mı tövbekâr oldum? Hayır. Nasıl umreye gitmek, hayat tarzım ve alışkanlıklarım konusunda bir değişikliğe yol açmadıysa; Hatim indirmek de inanç duygumla ilgili bir değişikliğe yol açmadı. ‘ ‘Kur’an beni zerrece değiştirmedi’ diyerek, adeta, İslâm’ın kutsal kitabının tesir gücü hakkında istifham oluşmasına yol açacak beyanlarda bulunduktan sonra, bakın nasıl devam ediyor basınımızın ‘Amiral Gemisinin’ ‘ex-Capitano’su: ‘Kimse çıkıp bana ‘Aklın şimdi mi başına geldi’ deyip, afra tafra yapmaya kalkmasın. Kendini inançlı gibi gösteren bazı kimselerin Kuran bilgisinin ne olduğunu çok iyi biliyorum. Yakında onların façasını da bozarım evvelallah…’

Bir taraftan İslâmi referanslarla konuşmaya çalışır ve Umre gibi ibadete dair faaliyetleri hayatının parçası kılmaya uğraşırken, öbür taraftan da, Kur’an’ı, muarızını münazarada alt etmeye yarayacak bir malumat deposu olarak görmek, yazarının, yanaşmaya çalıştığı metafizik – mistik – uhrevi boyutlara aslında milyonlarca ışık yılı uzak olduğunu gösteren deliller olsa gerektir.

Ertuğrul Özkök’ten yapacağım son alıntı, onun İslâmiyetle olan ünsiyet ve rabıtasının esasen ne mahiyette olduğunu (belki de böylesi bir rabıta ve ünsiyetten bahis dahi edilemeyeceğini) çok ibretamiz bir şekilde ve adeta bütün çıplaklığıyla ele vermektedir. İşte o gerçekten antolojilere lâyık olan ve yukarıdaki yazısının finalini oluşturan Özkök incisi: ‘İitraf ediyorum: ben Kuran’ı, okunması zor bir ahlaki değerler manzumesi sanıyordum. Tam aksine okunması kolay ve içinde bol hikâyesi de olan bir kutsal metinmiş.’

Esasen bilim adamı olan, yanı sıra, Türkiye’nin en önemli kanaat önderlerinden kabul edilen, 65 yaş gibi hayatının en olgun dönemini yaşayan, kariyerinin geri kalanına dair, bilgece konuşmak ve deneyimlerini paylaşmak dışında çok da beklenti ve hırs taşımaması gereken birisinin söyleyebileceği zırvalar mıdır Allah aşkına bunlar?! Bu hamakatın şahikasında mukim şapşallıkları serdeden kişi, ortaokul çağlarındaki bir ateist, ya da İslam dışındaki bir dinin vasatın altında zekâ ve kültüre sahip olan bir inanlısı olsaydı, bunu kaale bile almak icap etmezdi hiç kuşkusuz. Lâkin, ne yazık ki, bunları söyleyen (söyleyebilen), bu ülkenin kaderinde 20 yıl gibi çok uzun bir süre önemlice söz hakkına sahip olabilmiş olan Ertuğrul Özkök’tür. Yazdıklarını büyük bir kemali ciddiyetle analiz etmeye çalışmam bundandır.

***Ahmet Hakan devreye girse ya!

Ertuğrul Özkök’ün, Âdem’in, İslâm inancına göre peygamber olup olmadığı mevzuunu tartıştığı 19 Şubat 2012 tarihli yazısında yaptığı fahiş bir hatayı tashihen yazıp, aynı gün bloguma koyduğum metni, hemen akabinde, Ahmet Hakan Coşkun’a da Twitter hesabı üzerinden göndermiştim[x]. Belki bunun üzerinden, belki başka bir okuyucusunun uyarısıyla, belki de gazetedeki birisinin duruma müdahil olması sayesinde, Ertuğrul Özkök, bu fahiş hatasını 21 Şubat tarihli yazısına koyduğu bir dipnotla düzeltti[xi]. 10 Mayıs tarihli yazısında yer alan ve Mustafa Öztürk’ün adının geçtiği 4 yerin ikisinde, mezkûr soyadın Özyürek olarak yazılışı biçiminde tezahür eden hataya dair bir düzeltme ya da özür ise şu ana değin Özkök cephesinden gelmiş değil[xii].

Yazımın girişinde altını çizdiğim ve bu metnin ontik ebesi olan o can alıcı soruyu yeniden dillendirmenin tam zamanıdır: Ertuğrul Özkök’ün İslâm’a dair yazılarındaki bu özensizliğin ve bunun ürünü olan verili hatalarının nedeni nedir?

Bu başlık altında, bu soruya verilebilecek en olası ve en makul cevapları alt alta sıralayıp, bunlar arasında ‘olmayana ergi metodu’yla bir eleme yapacağım. Akabinde de, olasılığı en yüksek ve verili hakikatle en ziyade mutabık olduğuna kanaat getirdiğim bir tanesini, ya da, birden çok şıkkın birlikte hükmünü icra ettiği bir kombinasyonu, ‘işte, cevap olsa olsa budur!’ diye ramp ışıklarının altına, okurun huzuruna, efkâr-ı umumiyenin nazar-ı dikkatine  takdim edeceğim.

1 – Özkök, yazılarındaki İslâm’a dair hataları, konuya çok ‘Fransız’ olduğundan yapmaktadır.  Mezkûr yazarın, dine-diyanete dair gerçekten cahil olduğu inkâr edilemez bir hakikattir. Ancak, bu durum, benim bu metinde ve 19 Şubat tarihli yazımda dillendirdiğim eleştirileri cevaplandırmaya yeterli olmamaktadır. Bu olasılığa yanlıştır demiyorum; bununla birlikte, onun, verili sorunsalı tam manasıyla ihata ettiğine de kani değilim.

2-Özkök, genelde özensiz yazan birisidir, İslâm’a dair yaptıkları hatalar da bu fasile içinde değerlendirilmelidir. Hayır, hiç de değil. Aksine o, markalara, yeme-içme kültürüne, kadınlara, sekse, aşka, şaraba, politikaya ve gündelik hayatın diğer görüngülerine dair olan birçok hususta yazarken hiç de böylesi hataları sergilememektedir. İslâm’a dair yaptığı hatalar, bu şekilde genellenerek gerekçelendirilemez.

3 – Özkök, 28 Şubat ve 27 Nisan soruşturması çerçevesinde tutuklanabileceği ihtimalini zihninden bir türlü söküp atamamakta, bu keyfiyet, onun kimyasını feci şekilde bozmaktadır. Bu olasılık çok güçlü olarak durmaktadır masada. Bahis konusu yazar, 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinde faili olduğu fiillerin bedelini ödercesine, kâh Erdoğan’a ve kâh Fethullah Gülen’e şirin gözükmeye, ‘Yeni Türkiye’nin muktedirlerine ‘Yepyeni bir Ertuğrul Özkök’ pazarlamaya çalışmaktadır. Mizansen kokan ve bulvar tiyatrosu kıvamında olan Umreye gitmek, İslami özneli yazılar yazmak gibi atraksiyonları bu pazarlama sürecinin hazin, trajik ve çoğunlukla da ‘fars’ kıvamındaki meyveleridir. Arka plânsız, alt yapısız, kültürsüz (ve belki de inançsız) giriştiği bu hamleler, ister istemez çok sayıda defoyla duçardır. Yazılarındaki hatalar, söz konusu defolarının tabii ve kaçınılmaz örnekleridir.

4 – Doğan Grubu, kentsel dönüşüm ve Kanalİstanbul gibi, muhammen bedelleri trilyon doları bulabilecek olan devasa projelerden pay almak istemektedir. Özkök, patronajın, artık kendisini taşımaktan yorulduğunun ve er ya da geç işinden olacağının farkındadır. Bu yüzden de, ceffelkalem yazdığı ‘mütedeyyin mukalliti’ yazılarla post-hürriyet dönemine hazırlanmaktadır. Bu olasılık da kuvvetli bir şekilde masadadır.

5 – Özkök, gizli Sabetaycı, gizli Yahudi ve üst düzeyden mason olduğu için, yazılarıyla İslâm’ı ‘çaktırmadan’ istiskal yolunu seçmiştir. Tamamen komplo teorisine, üstelik de komploculuğun çok da entelektüel donanım ve zekâ gerektirmeyen vulger, kaba, mekanik, sıradan ve avami bir versiyonuna denk düşen bahse konu bu varsayımı tartışmayı dahi reddediyor ve onu masadan bütünüyle kaldırıyorum.

6 – Özkök, insanlığı Allah’ın emirlerinden çıkarmakla mükellef olan Şeytan’ın maiyetinde ve sultasında olduğu için, Müslümanları eline geçen her fırsatta rahatsız etmeyi misyon edinmiştir. Bu olasılığı da, aynen bir önceki gibi, komploculuğun oldukça kaba ve itikadi bir versiyonuna dayandığı gerekçesiyle, tartışmıyor ve masadan bütünüyle kaldırıyorum.

7 – Özkök, İslâma dair sergilediği hataları, Melâmi ya da Kalenderiliğin extrem bir fraksiyonundan olması hasebiyle gerçekleştirmektedir. Tasavvufun bu gibi uç yorumları, kabaca mevcudatı şöyle değerlendirir: ‘Kâinatta sevilmeye, bağlanılmaya, ilgilenilmeye, düşünülmeye, yönelinmeye, tesbih edilmeye, yüceltilmeye lâyık olan yegâne varlık Allah’tır. İnsan; şan, şöhret, ün, güzellik, yakışıklılık, para, konfor, politika, ilim, sanat, beşeri aşk, cinsellik, aile, çocuk gibi kendisini Allah’tan uzaklaştıracak bütün olgulardan uzaklaşmalı, sadece yaratıcısıyla hemhal olmalıdır. Bunu yaparken; kendisini sapkın, kötü, mücrim, günahkâr, düşkün, sefih, gaddar gibi göstermesi, bu dünyanın bütün olumlu yanlarından da vazgeçtiğine delâlet eder. Kendiniz hakkında toplumda oluşturacağınız algının taammüd temelli gayretlerinizle olumsuzluk düzeyi arttıkça, alacağınız eleştiri, istiskal, beddua, hakaret, küfür gibi negatif geri beslemelerin de artacağı aşikârdır. Böylesi bir süreç, benliğinizin (ego, ene, nefs) adım adım erimesine; sizin, adeta 'ölmeden ölmek' ifadesinde tezahür eden dervişliğe, çilekeşliğe, zühdlüğe vasıl olmanıza vesile olacaktır. Böylelikle, Melâmiliğin ve Kalenderiliğin bu extrem ve marjinal yorumlarının inanlıları, adeta ‘sol göstererek sağ vurmak’, ya da ‘günahkâr kisvesi altında Allah’a koşmak’ diye tavsif edilebilecek yaşantılar sürerler. Özkök'ün, Müslümanların tepkisini çekmek için sarf ettiği onca gayrete bakıldığında, onun, bu kabil bir extrem Melâmi ya da Kalenderi yolunun ‘yolcusu’ olmaklığı olasılığının masadan kaldırılmaması gerektiği netlik kazanmaktadır. Öte yandan, Özkök, toplumda tamamen aksi imaj oluşturan sufi bir çilekeş değilse; bu durumda da, onun, olası Gödelyen evrenlerin hiç olmazsa birisinde ve Platoncu idealizmin mümkün kıldığı Formlar ve İdealar gibi imkânlar çerçevesinde, Melâmi ya da Kalenderi olabilirliğine dair oldukça provokatif ve bir o kadar da ufuk açıcı olduğunu sandığım tespitlerimi, yazımın ilerleyen bölümlerinde paylaşacağıma vurgu yapıp, bu kısmı hüküm paragrafıyla tamamlıyorum.

Ertuğrul Özkök’ün İslâm’a dair hata yapmayı yazma serüveninin ayrılmaz bir parçası kılıyor olması, bana kalırsa, yukarıda sıralanan olasılıkların 1., 3., 4. ve 7. şıklarında dillendirilen argümanların hepsinin, (7. şıkta dillendirilen olasılık çok spekülatif olmakla birlikte) şu veya bu oranda temsil edildiği bir kompozisyonun cari olmasından kaynaklanmaktadır.

Yazımın devamında, Özkök’ün verdiği ‘kamusal resim’ mercek altına alınacak; buradan hareketle, onun, Platoncu idealizmin araçları ve Gödelyen kiplikler uzayının temsil ettiği sonsuz evrenler kümesindeki en az bir muhtemel evrende Melâmi ve Kalenderi olduğunun nasıl da mutlak ve muhakkak olduğuna dair idealist ‘Plâtoniyen – Gödelyen’ iddiam paylaşılacaktır.

***Özkök egzibisyonizmin ve hedonizmin Türkiye’deki uçbeyi ve koçbaşıdır!

Okurun, an itibarıyla satırları arasında gezdiğiyle birlikte, son 1 yıl içerisinde yazdığım ve bir şekilde Ertuğrul Özkök’ten bahseden metinlerimin toplamı beşi bulmuş oldu[xiii]. ‘Kendisine ‘bonobo maymunu’[xiv], ‘köpek’[xv] ve en son da ‘Orası burası oynayan Beyaz Türk’[xvi] diyen Özkök’e bu önemi niçin verdiğim soruldu birçok kereler. Bunun cevabı çok açık: Ertuğrul Özkök, halâ, Türkiye’deki ‘endişeli modernler’in, ‘extrem laikçiler’in, kendi ifadesiyle de ‘Beyaz Türkler’in en önemli kanaat önderlerinden birisidir.

Ve yine Özkök; (aynen öğrencisi Ayşe Arman gibi), adeta bir pop star misali, (yakışıklı, genç, güzel, fit göründüğünden emin olduğu) bedenini, kamusal alanda sürekli ‘dikizlenmeye’ maruz bırakarak, bununla tatmin ve bahtiyar olan bir çeşit egzibisyonizmle iç içe geçmiş pornografik bir zihniyetin ve hayatı salt haz almaya indirgeyen cüretkâr ve dayatmacı bir hedonizmin habercilik alemindeki en belirgin sancaktarı ve ‘playmaker’ıdır.  Bir diğer deyişle o, Türkiye Toplumsal Formasyonu taife-i münevveranının, egzibisyonizm ve hedonizm varlık dairelerindeki ‘uç beyi’dir, ‘koçbaşı’dır. Sırf bu vasıfları bile, onu mercek altında tutmam için yeter de artar bile. Ya da, şöyle diyeyim: ‘bu, onunla alâkadar olmam için yeter ve gerek şart’tır.

Öte yandan, Türkiye Toplumsal Formasyonu, şu veya bu saiklerle, Özkök’e önem verdiği müddetçe, o, benim ‘izleme ekranım (bleu screen)’da yer almaya devam edecektir. Ertuğrul Özkök’e olan ilgimin menşei ve ‘niçin’i işte budur.

***Ertuğrul Özkök niye yapıyor bu zulmü kendine?
Türkiye’nin en çok eleştirilen, en ziyade nefret edilen, en sert sigaya ve hesaba çekilen habercilerinin başında gelir Özkök. Salih Tuna, Ahmet Kekeç, Serdar Turgut[xvii], Fehmi Koru, Koru’nun alter egosu olan Taha Kıvanç ve Yiğit Bulut Özkök’ün ‘belâlıları’ndan ve onun hakkında ağır eleştiriler yapan haberciler arasında ilk akla gelen isimlerdendir.

Ertuğrul Özkök’ün, birçok ‘cinliğinin’ yanı sıra, ilginç de bir özelliği vardır; o, kendisini, kelimenin gerçek anlamıyla, en sıkı düşmanı kadar, hatta, bazı durumlarda ondan da fazla eleştirmesini, (hatta eleştirmek ne kelime, kavramın hakiki manasıyla müsemma bir şekilde) aşağılamasını becerir. ‘Cinlik’ demem boşuna değil. Bu ‘öz-aşağılama’ metoduyla Özkök,‘kendime en çok ben küfredeyim, beni en çok ben aşağılıyım ki, başkasına edecek küfür, yapacak hakaret kalmasın’ stratejisini uygulamaktadır adeta.

Ertuğrul Özkök’ün bu stratejisinin son adımı, yukarıda da dillendirdiğim üzere; Türkçe argonun ‘mümtaz’ deyimlerinden olan ‘g.t. başı ayrı oynamak’ı[xix] modifiye ederek ‘Orası burası oynayan Beyaz Türk’ haline getirmesi ve bunu kendisi için, üstelik de güle oynaya, kullanmaktan imtina etmemesidir. Mezkûr argo deyiş ‘dedikleriyle yaptıkları birbirine uymayan, tutarsız, iki de bir fikir değiştiren, kalleş, iki yüzlü, içten pazarlıklı, saman altından su yürüten, düzenbaz’ anlamlarına gelebildiği gibi; (ortalama toplumsal algılarla, yerleşik değer yargılarının prizmasından kırılmış) daha sert ve seksüel imalar taşıyan içeriklere de gönderme yaptığı olur. Eş cinsel[xx] gibi davranmak ya da eşcinsel ilişkiye girmek için sinyal vermek, ‘ağır’ olarak tavsif ettiğim bu merkezdeki seksüel içeriğin en bilinenidir.

Özkök, modifiye ederek kullandığı mezkûr deyişin anlamını; onun toplumsal tahayyül ve tasavvur uzaylarımızda şekillendireceği algıları bilmiyor olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Kaldı ki, o bilmese, Hürriyet Gazetesinin editörleri, sayfa sekreterleri bilir. Hiçbiri bilmese, Özkök’ün, her birinin ‘ateş parçası’ olduğunu sandığım asistanları bilir. İşte bu yüzden de, bu deyim, bana kalırsa, ‘sehven’ değil, ‘taammüden’ kullanılmış ve Özkök’ün, yukarıda tarife çalıştığım ‘öz-aşağılama’ operasyonunun bilinçli bir ayağı olarak opere edilmiştir.

Türkiye entelijansiyasının hiçbir ferdi, bu toprakların düşünce tarihinin hiçbir fazında, kendi kendisini böylesine istiskal etmemiş ve bu derece aşağılamamışsa, bunun; görülebilen, elle tutulabilen ve matematikleştirilerek idealize edilmeden önce, ilk etapta salt sezgisel olarak kavranabilen maddi, dünyevi nedenlerinin yanı sıra; pekalâ metafizik, mistik, uhrevi bazlarda saklı olan fevkalâde derunî ve gayrı-maddi sebepleri de olabilir, öyle değil mi? Şimdi, bu metnin en ‘cesur’, en 'radikal', en ‘iddialı’ argümanını, yukarıda kabaca ve özetle üzerinde geçtiğim ‘Özkök’ün (melâmimeşrep veya kalendermeşrep, yahut da her ikisi birden gibi) extrem ve marjinal bir tasavvuf ehli olabilirliği’ iddiamı, altını doldurarak tartışmaya başlıyorum ve diyorum ki; Belki de Ertuğrul Özkök, kendisini çok iyi saklamasını bilmiş bir Melâmi dervişi, mükemmel kamufle olmuş bir kalenderi çilekeşidir, kim bilir? Bu ihtimali, mevzuun vaat ettiği yazınsal ve felsefi zenginliği ıskalamamak adına, müstakil bir başlık altında derinleştirmekte fayda görüyorum.

***İslam'ın protestanizasyonu

İnsan ister istemez 'Özkök, bilerek ya da bilmeyerek, Tanzimat Fermanı'ndan (1839) bu yana gündemde olan bir projeye, 'İslâm'ın protestanizayonu'na mı hizmet ediyor?' diye sormadan edemiyor. 19. asırdaki 'dinde reform' cereyanlarının devamı olarak 1920'lerin ikinci yarısında, ülkemizdeki İslâm alimleriyle paylaşılan ve ama akim kalan bir projede öngörülenlere benzeyen kimi hususları savunmakta Ertuğrul Özkök. 

Mecmua Dergisi adına kendisiyle röportaj yapan Ayşe Arman'ın 'Hayallerinizin sınırı hangi noktada?' sorusuna 'Sınırı yok! Mini etekle beş vakit namaz kılınacağını, başörtüsüyle içki içilebileceğini düşünen ve buna cüret eden kadınların ülkesini düşlüyorum. Söyle var mı bunda, adaba aykırı, inanca ters düşen bir şey? Ben bunları hayal ediyorum. Umutla bekliyorum' şeklinde cevap veren Hürriyet Gazetesi yazarının; röportajın devamında, hayalini kurduğu cenaze törenine ve gömülmesine dair söyledikleri, Kemalist rejimin kabaca 85 yıl öncesine dair olan tasavvur ve tahayyüllerini andırmakta: 'Öldüğümde, son yolculuğuma Hıristiyanlarınki kadar güzel bir tabuta konarak çıkmayı istiyorum. “Be adam ölmüşsün sana ne” diyebilirsin. İyi ya zaten geride kalanlar için bu estetiği talep ediyorum. Sadece bana değil, onlara da saygıdan söz ediyorum. Cami avlusundaki kargaşayı beğenmiyorum. Keşke cenaze törenimin camide değil, bir kilisede olsa diyorum. İzin verirler mi, bilmiyorum. Beni anlayacak ve bunu kabul edecek bir imam gelsin, kilisede, sıralarda oturan dostlarıma bir konuşma yapsın istiyorum. Beni sevenler kravatlarını takmış, takım elbiselerini giymiş gelsinler istiyorum. Mahler çalarken, beni en iyi anlayan insanlardan birinin başımda bir konuşma yapmasını istiyorum. “Ertuğrul Abi” diye başlayacak birinin. Sonra da Müslüman mezarlığına gömülmek istiyorum (http://t24.com.tr/haber/ozkok-cenazemi-kilisede-kaldirsanlar-duami-imam-yapsin,147679).

***Ertuğrul Özkök’ün Melâmi ya da Kalenderi olabilirliğinin epistemolojik (fenomenolojik) ve ontolojik analizi
Sanırım bu soru, mezkûr tasavvufi kavramlara vakıf okur tarafından yadırganmamıştır. Öte yandan, bu metinde, kendilerine,  ancak isimlerinin zikredilmesi düzeyinde yer bulabilecek olan matematiksel mantık, Platoncu İdealizm ve ‘Genel Görelilik Teorisi denklemler seti’nin Kurt Gödel tarafından yapılan özel bir çözümün işaret ettiği sınır durumu şartları üzerine bina edilebilen Gödelyen Evrenler (D-Evrenler, Dönen Evrenler)[xxi] çerçevesinde, Özkök’ün Melâmi ve Kalenderi olmaklığı kaçınılmazdır.

Nasıl mı?

Ertuğrul Özkök gibi, 'Agora'daki imajının / kamusal bilinirliğinin, toplumsal algılanışının dünyevilikle, maddiyatçılıkla, hazcılıkla örtüşmesini (hatta özdeşleşmesini) kuvvetle arzulayan bir sosyal aktörü, Melâmilik ve Kalenderilik gibi derin tasavvufi akımlarla bir arada zikretmenin oksimoron (oxymoron) olduğunu düşünen (tasavvufa, Gödelci evrenlere ve Platoncu idealizme yabancı) okurun, bu hükmünü muhkem bir karine olarak kabul etmeden önce, ilerleyen satırlara müracaat etmesini ve ilâveten de, yukarıda referans verdiğim kaynaklara dair asgari okumalar yapmasını naçizane öneririm. Bu durumda, onun, mezkûr konuya dair görüşlerinde ciddi değişmeler olacağını sanıyorum.

Her şeyden önce, gerek Melâmiliğin ve gerekse de Kalenderiliğin, yekpare, kesin kurallarla kayıt altına alınmış tarikatlar olmadıklarına vurgu yapmak lâzım. Bunlar, İslâmi daire içindeki tarikatlarla aynı mahiyette olmayan; bir Pir’e, Şeyh’e, Mürşit’e intisap etmeyi mutlak manada icap ettirmeyen, fevkalâde gevşek dokulu ve bir o kadar da ‘butik’ diye tavsif edilebilecek ‘Allah sevgisi temelli kişisel selâmet yolları’dır. Birbirini dıştalayan, inkâr eden çok sayıda Melâmilik ve Kalendirilik anlayışı içerisinde; olduğundan tamamen farklı görünmeyi; bir mücrim, bir düşkün, bir zalim gibi bilinerek, esasen sahip olduğu inanca tamamen ters bir yaşantı sürdüğü imajını yaratmayı, bu suretle de, toplumsal aktörlerin sürekli eleştirisine, bedduasına, aşağılamasına ve istiskaline maruz kalıp, ‘ölmeden ölünüz’ amir hükmü çerçevesinde, henüz yaşarken benliğini / egosunu / enesini öldürmeyi amaçlayanları bünyesinde barındıran ve az bilinen extrem ‘yollar’ da vardır. Benim Özkök’e yakıştırdığım, işte böylesi bir tasavvufi duruştur.

Dikkatli okur, yukarıda kullanılan ‘butik’ kavramının, Ertuğrul Özkök’ün favori deyişlerinden olan ‘lego din’e izafeten tasarruf edildiğini teslim etmiştir diye düşünüyorum. Öte yandan, bu koordinatlar dizgesinde (verili cari evrende), mezkûr habercinin (EÖ), dillendirdiğim bağlamdaki bir manevi iklimi soluma ihtimalinin de, olasılık hesaplarına göre, çok büyük olmayabileceğini (hakikatle daha mutabık ve cari durumu ihataya daha daha ehil olan bir ifadeyle söyleyecek olursam: 'çok çok küçük olabileceğini') de kabul etmiyor değilim. Buna rağmen, Özkök, (yukarıda dillendirildiği üzere, Platoncu idealizmin araçları ve Gödelyen kiplikler uzayının temsil ettiği sonsuz evrenler kümesindeki en az bir muhtemel evrende olmak kaydıyla) bir şekilde, bir Melâmi, ya da Kalendiridir demekten de geri durmuyorum.

Bu bahsi, görüşlerimi, içinden konuştuğum Platoncu İdealizm dairesindeki 2 hükümle tahkim ederek geliştiriyorum:

1 – Bir fenomen epistemolojik (düşlenen, tasavvur edilen, düşünülen) olarak vücut bulmuşsa; o, bil-kuvve’den (potansiyel varoluş) bil-fiil’e (maddi / fizikî varoluş, epistemik sahaya / epistemolojinin iştigal alanına) çıkarak, ‘fizikî dünya’da (gerçeklik bazı / maddi alem) kısmen[xxii] zuhur etmiş olan ontolojik tezahürler üzerinde tesir ve hatta tayin edici bir kuvvete maliktir denilebilir.

2 – Bir diğer deyişle, bir zihni varlığı, tekemmül etmiş (en olgun) haliyle tasavvur etmek demek; mezkûr zihni entite, algıladığımız ve ‘gerçeklik kipi’ne kavuşmuş olan ‘maddi’ evrende, kendisini ‘bir şekilde’ gerçekleştirememişse bile[xxiii]; bu durumda o, matematiksel mantık çerçevesinde olası diğer kipliklerin oluşturduğu ‘evrenler uzayı’ndaki olası bir evrende, kendisini mutlak manada var kılıp, ontolojinin nesnesi olabilmiştir demektir. İşte bu yüzden de, verili koordinatlar dizgesinde (aktüel – cari dünyamız), Ertuğrul Özkök’ün; Melâmilik ya da Kalenderilik gibi Allah sevgisi temelli kişisel (butik – lego) selâmet yollarının müntesibi olmaklığı söz konusu olmamışsa (ki, bu olasılık büyük ihtimalle caridir); bu, onun, olası diğer evrenlerin herhangi birinde, bu kabil bir hidayete ermişliği mutlak manada yaşamaklığını zaruri kılan bir faktördür.

***Bu yazıya Ertuğrul Özkök teşekkür borçludur diye düşünmekteyim!

Evet, çok samimi inancım tam da budur: Bu yazıya Ertuğrul Özkök teşekkür borçludur.

Niçin diye soranlarınızı duyuyorum. Niçin olacak, aşikâr değil mi?

Şimdiye kadar Ertuğrul Özkök hakkında yazılan yazılar, ona yapılmış saldırı, hakaret ve hatta küfürlerle doluydu. İlk defa bu yazıyla, özelde Ertuğrul Özkök’e, genelde de ise bir gazeteciye, Platoncu idealizmin vasıta ve imkânları ve Genel Görelilik Teorisi denklem setinin Kurt Gödel tarafından yapılan çözümlerinden bir tanesinin referans verdiği bir sınır durumunun üzerine bina edilebilecek olan en az bir evrensel kipliğin (olası evrenin) sayesinde; verili / aktüel / cari / reel koordinatlar dizgesinin olanak tanımadığı bir extrem varoluş modunu yaşama imkânı verilmektedir.

Bu metin, aynı zamanda, post-modern ve çoklu disiplinli anlayışların sağladığı olanakların kullanımı sayesinde; Türkiye toplumsal formasyonunda gündelik hayata dair yapılan eleştirilerin kalitesinin yükseltilmesine de mütevazı bir katkı olarak okunabilir pekalâ.

Kendisine dair eleştirilerin çıtasını; kullandığı Platoncu, Einsteincı, Parmenidesçi, Kantçı ve Gödelci argümanlar, metotlar ve imkânlarla zenginleştirdiği alt metinleri içermesi sayesinde, alışılmadık ölçüde yükselten bu metne, Ertuğrul Özkök’ün teşekkür borcu olduğunda ısrarcıyım vesselâm.

dipnotlar:
[ii] Özelde Türkiye’de ve genelde de dünyadaki Müslümanların yaşam pratiklerinden çeşitli seviyelerde rahatsızlık duyan, İslâmi hayat fragmanlarının kamusal alandan sökülüp atılarak, toplumsal bilinirliklerinin olabildiğince minimize edilmesi noktasında talepkâr olan; Batılı, modern, lâik ve /veya lâikçi, ortalamanın üzerinde eğitimli ve ortalamanın üzerinde gelire sahip Türkiye Toplumsal Formasyonu unsurlarına yakıştırılan bu tabirin çok problemli bir sosyolojik kategori olduğu aşikârdır. Terimin isim babası olan Ufuk Güldemir, onu ilk olarak 1992'de basılan kitabı 'Teksas Malatya'da gündemimize sokmuştu (http://www.haber7.com/medya/haber/154054-turkiyenin-beyaz-turkleri-kimler). Güldemir'in yanı sıra, Serdar Turgut, Oray Eğin, Nilüfer Göle, Fehmi Koru vd. bu sosyolojik terimi, oldukça geniş bir entervale yayılan toplumsal kodlara referans vermek üzere kullanıma sokmuşlardır. Özkök’ün, zikrettiğim diğer kullanıcılarının aksine, bu kavramı zenginleştiren ve derinleştiren entelektüel bir verimi olmamıştır. Özkök'ün bu kavramı kullanıma / tedavüle / emisyona sokarken sergilediği derinliksiz / sathi, savruk ve derme çatma tarzı, onun, (başta Fehmi Koru olmak üzere) kimi muarızlarınca ‘pop sosyolog’ olarak nitelenmesine neden olmuştur.
[iii] Epistemolojinin konusu olan ‘pür düşünsel nesneler’in, varlık alanına çıkar çıkmaz, ontolojinin konusu olan ‘maddi – fiziki – dünyevi nesneler’i etkilediği merkezindeki argümanlar, idealizm (rasyonalizm) – materyalizm ekolleri arasında asırlardır süren kâdîm tartışmaların belkemiğini teşkil eder.
[iv] Yazar, İslâm’ın kutsal kitabından bahsederken, metin içerisinde bazen Kur’an ve kimi zaman da Kuran gibi iki farklı yazılışı / imlayı özensizce kullanmaktan imtina etmemiştir.
[v] Özkök, İslâm’ın kutsal kitabını Arapça aslından okumadığı için (Türkçe meâlini okuduğunu bilâhare paylaşıyor) ‘hatim indirme’yi yanlış kullanıyor. Bahse konu deyiş, İslâm’a ve Kur’an’a dair asgari bilgisi olan herkesin de malûmu olduğu üzere, Kur’an’ın tamamının ancak Arapça aslından okunması halinde kullanılabilir. Bir diğer deyişle, Kur’an’ı, Türkçe de dahil olmak, Arapça dışında hangi dilde okursanız okuyun, bu faaliyetiniz, hatmetmek, ya da hatim indirmek deyişiyle ifade ve tasvir edilemez.
[vi] Bu bilgiden hareketle, kariyerinde; Bülent Ecevit’in danışmanlığı, Arayış dergisi yayın kurulu üyeliği, sosyoloji doçentliği, Doğan Grubunda tepe yöneticiliği, TÜSİAD üyeliği, Türkiye’nin en önemli gazetesi Hürriyet’in  kesintisiz 20 yıl boyunca genel yayın yönetmenliği ve başyazarlığı, Almanya’nın en önemli gazetesi Bild’in danışmanlığı gibi çarpıcı faaliyetler olan Özkök’ün, çok değil, sadece 3 yıl öncesine kadar, İslâm ve Müslümanlar hakkında Kur’an’i bir malûmata sahip olmadığına hükmetmek doğru olacaktır sanırım. Hâl, halkın büyük kısmının değerlerinden ve inanç sisteminden bu denli uzak oluş şeklinde tecelli ettiğinde ise; Özkök’ün, bunca yıldır yaptığı bütün o sosyolojik ve politik analizlerin ve tahminlerin niçin yanlış çıktığı da ayan beyan anlaşılmaktadır.
[vii] Jean-Paul Sartre, ateist ve materyalist bir varoluşçu olmasına karşın, inkâr ettiği Bible’ı, adeta seçkin bir ilâhiyatçı ve sıra dışı bir din felsefecisi yetkinliğiyle eleştirmesini bilmişti. Öyle ki, ‘20. Asrın vicdanı’ olarak da anılan filozofun eserleri, özellikle de felsefi textleri, Hristiyanlık ve Yahudiliğin çok seviyeli ve saygılı bir şekilde ve oldukça derinlikli bir arka plân üzerinden aşılmaya çalışıldığı metinler olarak almıştır düşünce tarihindeki seçkin yerlerini. Onun başyapıtı olduğunu iddia ettiğim ve Varlık ve Hiçlik ismiyle dilimize kazandırılmış olan o muhteşem felsefi metni, ateist bakış açısıyla yapılmış en sıkı idealizm hesaplaşmalarından birisidir. Ertuğrul Özkök’ten Sartre kalitesinde aksiyon beklemek, ya Fransız filozofun kalibresini / gradosunu bayağı düşürmekle (underestimate), ya da, bizimkini hak etmediği denli yüksek bir zirveye taşımakla (overestimate) mevzu bahis olabileceğinden, bu müşkül işe kalkışmaya hiç niyetim yok doğrusu. Öte yandan, Özkök’ten de, oldukça iyi olduğundan haberdar olduğum Fransızcası sayesinde, aslından okuma şansına sahip olduğu Varlık ve Hiçlik’i hakkını vererek kıraat etmesini beklemeliyiz diye düşünüyorum. O, belki de bu sayede; katılmadığı, inanmadığı bir metafizik fenomenle, eli yüzü düzgün bir şekilde nasıl yüzleşebileceğini temellük eder ve bunu hayatına uygular. Evet, Ertuğrul Özkök, hiç olmazsa bu kadarını becerebilecek kapasiteye ve kalibreye sahiptir bana kalırsa.
[viii] Cumhuriyet tarihi boyunca, kısaca Meal olarak tavsif edilen Türkçe Kur’an’ın yaklaşık olarak 130 farklı tercümesi, din alimleri tarafından tamamlanarak, okurun ilgisine sunulmuştur. Bunlardan, başta, dünya çapındaki ilâhiyatçılarımız Elmalılı Hamdi Yazır’a ve Ömer Nasuhi Bilmen’e ait olanlar olmak üzere, birçoğu, alanının uzmanlarınca, hem aslına sadık olmaları ve hem de kolay anlaşılabilmeleri bakımından, başarılı mealler olarak nitelenmektedirler. Ertuğrul Özkök’ün, 2009’da okumaya başlayarak nihayet anlayabildiğini sevinçle ve hatta gururla haykırdığı, ancak müterciminin kim olduğunu paylaşmadığı (Yaşar Nuri Öztürk olabilir mi acaba?) Meal öncesinde yayınlanmış olan 129 meal’in, önemli kısmı Özkök’e göre daha az eğitimli olan milyonlarca yurttaşımız tarafından nasıl olup da rahatlıkla anlaşılabildiğinin ve yine bu 129 Meal’in bir sosyoloji doçenti tarafından nasıl olup da anlaşılamadığının iyi niyetli bir yaklaşımla anlamlandırılması, bu satırların yazarının kapasitesini ve istidadını aşan bir olgudur.
[ix] Belli ki Ertuğrul Özkök, CHP 22. Dönem Mersin milletvekili olan hesap uzmanı ve maliyeci Mustafa Özyürek’le, ilâhiyatçı Mustafa Öztürk’ü birbirine karıştırmış. Özkök sayesinde, gerçekten başarılı bir Kur’an Meal’ine, sehven de olsa adını yazdıran ulusalcı ve lâikçi siyasetçilerimizden Mustafa Özyürek bu işe ne der bilinmez, ancak, Mustafa Öztürk hocanın, bu yanlışlık yüzünden bir özür beklediğine kalıbımı basarım. Konuya dair benim medyada rastladığım ilk düzeltme için bakınız http://www.medyagundem.com/ozkok-o-yazarin-adini-bile-dogru-yazamadi/
[x] 19 Şubat 2012’de bloguma koyduğum ‘Ahmet Hakan, Ertuğrul Özkök’ün İslâm’la ilgili olan yazılarını yayınlanmadan önce okusun’ önerisini içeren yazım için http://ziyaversencan.blogspot.com/2012/02/ahmet-hakan-ertugrul-ozkokun-dinle.html
[xii] İçimden bir ses bana diyor ki: ‘Sen bu yazıyı Ahmet Hakan’a gönderdikten kısa bir süre sonra, Özkök’ten buna dair bir düzeltme ve özür gelecektir’. 6. hissimin beni yanıltıp yanıltmadığını kısa bir süre içinde göreceğiz. hamiş'e hamiş: '6. hissim', bana zaman zaman bir şeyler fısıldayan 'iç ses'im bu sefer ne yazık ki yanılmış! Niye mi? Niye olacak, dipnota dipnot olarak okunabilecek bu kısmı yazdığım 11 Temmuz 2012 günü, yani, mezkûr makalesinin yayınlanmasının üzerinden tam 62 gün geçtikten sonra bile Özkök; 10 Mayıs 2012 günkü yazısında yaptığı maddi hataların hiç birisini düzeltmedi. Doğrusu, hiç olmazsa, okuduğu Kur'an Mealinin tercümanının ismini iki kere yanlış yazmasından dolayı,ilâhiyatçı Mustafa Öztürk'ten özür dileyeceğini düşünmüştüm, fakat ona da 'tenezzül etmedi' Özkök! Oysa, 10 Temmuz 2012 günü yazdığı 'İçtiğim en iyi Türk şarabı' başlıklı http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20949560.asp yazısındaki basit bir şarap fiyatı hatasını, hemen ertesi gün, yani 11 Temmuz 2012'de kaleme aldığı 'Yalvarırım, bir de Rusya'yı sarma başımıza' başlıklı http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20957424.asp yazısının dipnotunda çok hızlı ve cevval bir şeklilde düzeltmesini bildi. Buradan şu sonuç çıkıyor sanırım: Ertuğrul Özkök için, bir şişe şarabın fiyatının yanlış yazılması; çok beğenerek ve faydalanarak okuduğunu, hatta hatim indirmesine vesile olduğunu itiraf ettiği Kur'an Mealini çeviren ilâhiyatçının ismini (bir kez değil, üstelik iki kez) yanlış yazmaktan çok daha önemlidir. 
[xiii] Yukarıda linkini paylaştığım yazı dışındaki, Özkök’le ilgili olan diğer 3 yazım: 12 Mart 2012’de paylaştığım ve Fehmi Koru’nun bir yazısının, Serdar Turgut’tan intihal olup olmadığını konu eden Murdock, ATV – Sabah Grubu, AKP, Ertuğrul Özkök ilişkilerini ele aldığım yazım için http://ziyaversencan.blogspot.com/2012/03/fehmi-koru-murdock-satn-alrsa-ertugru.html; 24 Kasım 2011’de paylaştığım ve Ayşe Arman ile Ertuğrul Özkök haberciliğini karşılaştırdığım yazım için http://ziyaversencan.blogspot.com/2011/11/turkiyenin-en-cok-okunan-kadn.html; ve nihayet, 3 Temmuz 2011’de paylaştığım ve Ertuğrul Özkök’ün CHP’den sonra FB’ye verdiği ‘zarar’a ilişkin olan yazım için ise http://ziyaversencan.blogspot.com/2011/07/chpden-sonra-fbnin-de-basn-ertugrul.html linklerine başvurulabilir.
[xiv] Özkök’ün kendisinine bonobo maymunu demesine Abdurrahman Dilipak’dan gelen sert bir eleştiri için: http://www.islahhaber.com/lookmk.php?No=4889
[xv] Özkök’ün bütün gazetecilerin ve bu arada kendisinin de köpek olduğunu ileri sürdüğü yazısı için: http://www.gazetea24.com/haber/ertugrul-ozkok-gazeteciler-kopektir-evet-ben-bir-kopegim_120684.html
[xvi] Özkök’ün kendisini, argomuzda oldukça ağır bir küfür olan ‘başı g.t. ayrı oynamak’ın modifiye edilmiş hali olan ‘orası burası oynayan Beyaz Türk’ şeklinde vasıflandırdığı yazısı için bakınız http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20764371.asp
[xvii] Burada zikrettiklerimin yanı sıra, aynı paranteze alınabilecek olan zikredemediğim diğer isimlerin aksine, eski çalışma arkadaşına ve Genel Yayın Yönetmenine, insaflı, hayırhah, anlayışlı, ironik ve sevecen yaklaşan yegâne kalem erbabının Serdar Turgut olduğu teslim edilmezse, mesele eksik serdedilmiş olur.
[xix] Bahse konu argo deyişe dair çeşitli aktüel tasarruflar için bakınız http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=g%C3%B6t%C3%BC+ba%C5%9F%C4%B1+ayr%C4%B1+oynamak
[xx] Eşcinsellerle hiçbir problemim olmadığını, onları asla ötekileştirmeyi, ya da onlara dair nefret suçu işlemeyi düşünmediğimi belirtirim. Öte yandan, söz konusu kavramın, ortalama kabuller bakımından ‘ağır’ addedilen seksüel içeriğine değinmenin, Ertuğrul Özkök’e dair objektif tespitler yapabilmek bakımından, elzem olduğuna da inanıyorum.
[xxi] Bu alan dair 2 temel eseri, konunun meraklılarına öneriyorum. 1 - Platonik – Gödelyen idealizmin kozmolojik tasavvurları, zamanda yolculuk imkânları ve diğer birçok önemli ilmi-felsefi problem için iyi bir kaynak: Gödel Einstein Buluşması, yazan: Gpalle Yourgrau, Güncel Yayıncılık, 2003. Yazarın ilk ismi aslında Palle’dir. Yayınevinin, kitabın yeni baskısında, bu sevimsiz hatayı düzelteceğini umuyorum. 2 - Zamanda yolculuk hakkında hem popüler ve hem de akademik ihtiyaçlara cevap veren en kapsamlı eserlerden olan bir başvuru kitabı: Zaman Makineleri, yazan: Paul J. Nahin, Arkadaş yayınevi, 2007. Kitabın çevirisinde ve tashihlerinde bazı problemler olmasına karşın söz konusu eser, meraklısının mutlaka edinmesi gereken temel bir yapıttır. Öte yandan, İngilizcesine güvenen orijinalini edinsin derim.
[xxii] Başlangıcı ve sonu (bidayeti ve nihayeti) olan, bu bakımdan da ‘mutlak’ olmayan, ‘zamanî’ olan bütün fenomenler, kendilerini, verili bir aktüel uğrakta ve ancak ‘kısmen’ olmak kayd-ı şartıyla realize edebilirler. Zira onlar, ‘zamanî’ olmaklıkları bakımından zamanla kayıtlıdırlar. Bu yüzden de, bil-kuvvelerinin tamamının bil-fiil sahasında zuhur edebilmesi için, ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ zincirindeki bütün ‘anlar’ını ‘ömür’ denilen bir seyir boyunca deneyimlemeleri icap eder. Öte yandan, ‘Mutlak varlık’, mutlak olmaklığı bakımından zamandan ve mekândan münezzehtir. O, bizim gibi zeki ve ‘zamanî’ fenomenlerinin ‘geçmiş - şimdi - gelecek’ devamlılığı şeklinde algıladığımız ‘sezgisel zamanı’, bütün anların üst üste, iç içe, yan yana, birlikte ve ‘aynı anda’ oldukları bir zaman dışılılık’ şeklinde idrak eder. ‘Mutlak Varlık’ın kendisini gerçekleştirmesi, işte bu keyfiyetler yüzünden, bizim tamamen aksimize olarak, ‘kısmi’ değil, ‘total / bütüncül / holistik’tir.
[xxiii] Bu gerçekleştirmenin (gerçekleşmenin) yukarıdaki dipnotta ifade edilen zaruri kısmiliği unutulmasın.'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder